http://sairlermaras2.blogspot.com.tr/

5 Temmuz 2014 Cumartesi

RASİM ÖZDENÖREN


Öykücü.

DOĞUM YERİ: Türk öykü yazarlarının önemli isimlerinden Rasim Özdenören, 1940 yılında Maraş'ta doğdu.


EĞİTİMİ: İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsünü bitirdi.

KARİYERİ: Araştırma amacıyla ABD'nin çeşitli eyaletlerinde, 1970 - 1971' de iki yıl kadar kaldı. Dört yıl sonra, 1975'de Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi ve aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı.

1978' de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü.

ALDIĞI ÖDÜLLER : Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri  TV filmi yapılmış, bunlardan ilki, Uluslararası Prag TV Filmleri Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır.

VERDİĞİ MESAJ : Özdenören öykülerinde, değerlerinden koparılmış ve modern kentlerin varoşlarında kıstırılmış bireyin / ailenin acılarını, yalnızlıklarını gündeme getirerek yanlışa yönlendirilmiş ülke insanının yaşadığı çarpılmayı / kültür şokunu kuşatıcı ve derinlemesine bir yaklaşımla öyküleştirmiştir.

------------------------------------------------------

Eserleri

Acemi Yolcu 
Ansızın Yola Çıkmak 
Aşkın Diyalektiği 
Ben ve Hayat ve Ölüm 
Çapraz İlişkiler 
Çarpılmışlar,Çözülme 
Çok Sesli Bir Ölüm 
Denize Açılan Kapı 
Düşünsel Duruş 
Eşikte Duran İnsan 
Gül Yetiştiren Adam 
Hastalar ve Işıklar 
Hışırtı 
İki Dünya 
İpin Ucu 
Kafa Karıştıran Kelimeler 
Kent İlişkileri 
Köpekçe Düşünceler 
Kuyu 
Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler 
Müslümanca Yaşamak 
Red Yazıları 
Ruhun Malzemeleri 
Toz 
Yaşadığımız Günler 
Yazı, İmge ve Gerçeklik 
Yeni Dünya Düzeninin Sefalet 
Yeniden İnanmak 
Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı 
Yüzler 

------------------------------------------------------

ÜÇ YAZISI 

SİLAH

Som kelimesinin cismin bölünemeyen en küçük parçası olduğunu öğrendiğimde şaşkınlıktan nerdeyse dilimi yutacaktım. Nasıl olurdu? Bu, bir vuruşta dünyanın altını üstüne getirebilecek kerte güçlü "şey" nasıl olurdu da kavraması bile zor olan bir küçük parçacığa indirgenebilirdi? Kelimenin Türkçe'deki volümü de aslında bir "heyula" varlığı çağrıştırıyordu. 

Ben atom kelimesini öğrendiğimde, öğrenmekle kalmayıp günlük hayatımda kullandığımda daha çok küçüktüm. Beş yaşında falandım. Takdir edersiniz ki, o yaşta bir çocuk kelimenin sözlük anlamından çok, ona yüklenen, onun çağrıştırdığı anlama bakar. O tarihte, yani benim beş yaşımı sürdüğüm tarihte, yani 1945 yılında atom kelimesine dünyanın bütün yükü bindirilmişti. Dahası da var: bu kelime, o günün dünyasında, biz çocukların bile gündelik kullanımında tedavül halindeydi. Çocuk oyunlarının arasında "atom bombası kullanmak" deyimi veya Hiroşima kelimesi hasmımızı toptan mahvetme anlamına geliyordu. Bize kimse atom bombasının mahiyeti üzerine tek kelime bile etmemişti. Böyleyken, biz onun ne anlama geldiğini biliyorduk. İnsanı, insanlığı toptan imha edecek güçte bir bomba olduğunu köküne kadar biliyorduk. Ve aradan bir zaman geçecek -ki o, çocukluğa değgin bir zaman olduğundan yaşlılara özgü zaman gibi çabuk geçen bir süre değildi, bilakis uzun, çok uzun birkaç yıl idi...- biz Köroğlu'nun destanıyla karşılaşacak ve onun yüzyıllar öncesinde "tüfek icat oldu mertlik bozuldu" mısraına vukuf peyda edecektik. 

Çocuk muhayyilem ilkin, buradaki tüfeği yalnızca av tüfeği ile sınırlı tutmuştu. Ancak giderek işin öyle olmadığını, bombaların, topların, ve.. atom bombasının da, Köroğlu'nun mertliğe sığdıramadığı tüfekler arasında yer aldığını kavrayacaktık. Her ne kadar, kovboy filmlerinde kullanılan tabanca, bu mertlik konusunda kafamıza bir ölçek kuşku yüklemiş olsa da, gene de silah silahtır diyorduk. O kuşkunun nedeni şuydu: o filmlerde tabancalar karşılıklı çekilirdi, kim daha çabuk çekerse galip o oluyordu. Burada bir kalleşlik görmüyorduk. Ancak "Kıpırdama, eller yukarı!" uyarısı tehdidi, her şeye rağmen, rakibini apansız yakalamış olmanın işaretiydi. Dahası çoğunca, bu tehdit bir pusudan sonra gelirdi. Fakat burada, biz çocuklar her zaman bir kalleşlik görmezdik. Tehdit adamımızdan geldiğinde sevinirdik bile. Ama adamımız böyle bir tehdide uğrarsa eseflenir ve hasmımıza diş bilerdik. Ancak her halükarda, elinde tabanca tutan bir çocuğun bile, bir cihan pehlivanını, tetik üstünde oynattığı bir parmak kıpırtısıyla devireceğinin bilincindeydik. Bizim, o yıllardaki çocuk oyunlarımız arasında Hz. Ali ve muhalifleri olduğu gibi; beyaz Amerikalı ile Kızılderili hasımları da vardı. Ve bunlara Amerikalı karşısında, şimdi Japonlar da eklenmişti. Biz çocuklar, her defasında Amerikalı karşısında Japon olmayı tercih ederdik. Çünkü Japonları kendimize, Türklere benzetirdik. Onların da gözünü daldan budaktan esirgemeyen insanlar olduğu hususunda kesin bir kanımız vardı. O yıllarda Japon güreşçiler Türklerden sonra en iyiler arasındaydı. Böylesi yiğit, bahadır insanların bir bombayla, atom bombasıyla basitçe mağlup edilmekle kalmayıp mahvedilmesi bize giran geliyordu. Bu gerçeği içimize sindiremiyorduk. Bu öylesine bir köklü duyguydu ki, aradan yıllar geçti, aradan bu yıl itibariyle tamı tamına 61 yıl geçti ve biz bu kalleşliği hâlâ içimize sindiremedik ve bu gerçekliği hâlâ benimseyemedik. Çünkü mertçe bir davranış yoktu ortada. Ve bu kalleşliği cezalandırabilecek aygıt (düzenek) de görünmüyordu ortalarda. Hayır, öçten bahsetmiyorum. Kısası öneriyorum. Onu uygulayacak bir toplumsal örgütlenme de görünmüyordu yeryüzünde. Sonraki yıllarda o amerikan vahşetini aratmayacak vahşiliklerle de karşılaşacaktık. 

Benim indimde, her türlü dövüşte, savaşta, çatışmada hasmına savunma fırsatı tanımayan savaşım adaletsizdir. Bunun yanında merhametsizdir. Bu kelimeler eşanlı olarak kalleşlikle anlamdaştır. Bir bidonu kendine siper yapmış baba ile çocuğunun kurşunlanmasında, bir dağ başında dört haydut tarafından kolları taşla kırılıp öldürülen delikanlı tablosunda, hep aynı kalleşliği, o atom bombasının savunmasız insanı öldürmesindeki kahredici duyguyu yaşadık, yaşıyoruz.

------------------------------------------------------

Berhava edilen mahremiyet 

Korkunç. Tut ki, özene bezene sakladığın, duvar kovuğuna, kitap arasına sıkıştırmaya kıyamadığın, bizzat kendi kalbine itiraf etmeye güç yetiremediğin bir sır 
Öyle bir zarafetle üstüne titriyorsun… 

Trene bindiğinde, trenin o firaklı, insanın içini titreten ney sesinde, sırrını karşına alıyorsun… 

Gözlerin trenin penceresinden dışarıya çevrilmiş… 

Dışarıya çevrilmiş, çünkü ola ki, o bakışta gizlenen sır bir yabancının gözüne değe.. bundan bile korkuyorsun… 

O sırra aşina olan birileri çıkar diye, sırrın köşe bucağını tahrif ediyorsun… 

Bütün ipuçlarını kemiriyorsun… 

Bütün işaret levhalarını yıkıyorsun… 

Trafiğin yön levhalarını altüst ediyorsun… 

Gemidesin veya daha mütevazı, bir vapur yolculuğundasın… 

Vapurun göğe savrulan dumanları arasında sakladığın sırrın yüzünün, orada sana gülümsediğini fark ediyorsun… 

Aman Allah! O ne telaş! Ya, o aynı kara dumanın içinde bir başkası da ona nazarını çevirirse?.. Ya, o yabancı nazarla, o sırrın çehresinde karşılaşırsanız?.. 

Bu olmayacak ihtimal, imkânsızın bu kanırtılmış hali bile taşınması yürek isteyen bir silaha dönüşür. 

Bu, tek başına taşınmak isteyen bir silahtır. Ortak kabul etmez. Şirke aman vermez. Buna fırsat verdiğin anda, kendi sırrını kendi elinle mahvetmeye yürümüş olursun. 

Şairin, elinde patlayan bir güllesi vardı, biliyorsun, elinde patladı. Sırrını ararken… 

Ama bu sonuç asla istenen bir durum değildir. Asla, asla, asla…

Sır, sevgilidir. Sevgilinin bir adı vardır. 

Sen, rüyanda bile o adı telaffuz etmek istemiyorsun. 

Ardından koştuğun ceylanın, seni, ona götüreceğini biliyorsun. Koşuyorsun. 

Bacakların tutmaz oluncaya dek, kolların düşünceye, kalbin son darbesini vurasıya.. koşuyorsun. Ceylanın biraz sonra narin bir hayvancıktan, o sırra zarf olan bir sise, elle tutulamaz bir cennet buğusuna dönüşeceğini kestirebiliyorsun. Bağırmak, onun adını ünlemek istiyorsun. 

Ama.. biliyorsun ki, sirenler ormanda da yuvalanmış olabilir. Sesine karşılık ve-rildiği anda, sırrını kendi elinle faş etmiş olursun. Yakışır mı? Sığar mı? 

Kan ağlayarak susarsın. Sevgilinin adını bile ünlemeyi kendine yasaklarsın. 

Uçmaya bu sırla gideceksin. Kararlısın. 

Bir gün rüyandan uyanırsın ya da rüyanın tam içine gömülürsün: ikisi de bir. 

Rüyada gösterilen bir kapı.. 

Davetkâr bir hışırtı işitilir. Tafta hışırtısı… 

Orayı, sırrın mutlak mekânı olarak algılıyorsun. 

O çatlaktan ya da yarıktan başını içeriye sokmaya girişiyorsun.

Sırrın gözleri orada. Sırrın kalbi, elleri… 

İşte orada, oraya gözlerini açtığında, yaşanan hüsran dünyada hayal edilebilecek hiçbir denaete denk düşmüyor: sırrın gözleri parçalanmış. Sırrın kalbine çakal pençeleri takılmış, leş kargaları, akbabalar sırrın üstünde raks ediyor.. 

Birden kopuyorsun. 

Boşanıyorsun. 

İki gözün iki çeşme...
------------------------------------------------------

CELLAD

Geçen hafta sonu 30 Aralık Cumartesi (Ülkemizde arife, Irak'ta ise bayramın birinci günü), Saddam Hüseyin asılarak idam edildi. TV'de yansıyan görüntülerde veya gazete haberlerinde, infaz esnasında, infaz memurlarının (cellatlar) ona kötü muamelede bulunduklarını öğrendik. Cellatlar, kurbana (burada Saddam) infaz esnasında hakaretler etmiş, hatta onunla münakaşaya tutuşmuş ve ipini çekerlerken “Cehenneme git” diye bağırışmışlar. Bu vahim durum, bana, cellat üzerine bazı mülahazalarımı tekrarlamama vesile teşkil etti.

Cellat özel bir insandır. Onun işi, önüne getirilen kurbanın (mahkûmun) ölümünü soğukkanlılıkla hazırlamaktır. O, infazın her safhasında heyecan duymadan, kayıtsızlıkla, hissizlikle, hatta cansızca, fakat bunlara rağmen herhangi bir aksamaya mahal bırakmadan “o işi” kotarmak zorundadır. Bu iş ancak ve ancak cellat kişinin harcıdır. Cellada özelliğini veren “apathetic” kişilik var olmadıkça, onun yaptığı işi kimse eli titremeden, içi burkulmadan yerine getiremez. Değil “o işi” kendi elleriyle hazırlamak, çoğu kimse için o işin seyircisi olmak bile bir mesele teşkil eder.

Ama tekraren belirtelim ki, cellat bir iş kotarmaktadır ve o, o işe bir meslek erbabının soğukkanlı tavrıyla yaklaşmak zorundadır. Bir terzinin biçtiği kumaşa, bir berberin kırptığı saça merhamet duyması beklenmiyor. Cellat da, kendi yaptı iş karşısında öyle davranır, biz bunun böyle biliyoruz. Ama.. ama celladın yaptığı iş, aslında bir kumaşın kesilmesi, bir kılın kırkılması türünden bir iş değildir. Cellat, canlı bir gövdeyi öldürüyor. Onun işinin nesnesi, bir kumaş gibi, bir kıl gibi acı çekmesi düşünülmeyen bir şey değildir. Fakat cellat, üzerinde “çalıştığı” nesnesine bir cansızmış gibi yaklaşabilmekte ve onu bir cansızmış gibi muamelede bulunabilmektedir. Ona, cellat olma özelliğini veren de, onun bu apathetic halidir.

Celladın asal özelliğinin onun duygu dünyasındaki bu apathy halinin oluşturduğunu dile getirmek istiyorum. Onda duygu paylaşımı (sympathy) veya duygu iştiraki (başkasının duygusunu kendinde yaşama hali ve yeteneği empathy: einfuhlung (özdeşleyim) söz konusu değildir. Celladın yaptığı işin başkalarınca yapılamayışı, celladın bu apathetic kişiliğine bakılarak açıklanabilir. Çünkü sıradan, normlarına uygun bulunan her insanda duygudaşlık ve özdeşleyim özellikleri bulunur: bu hislerin yokluğu ise cellada mahsustur.

Aslında celladın yaptı işe duygusunu karıştırmaması ondan yalnızca beklenen değil, fakat aynı zamanda istenen de bir özelliktir. Bu, onun işini gereği gibi, yüzüne gözüne bulaştırmadan, kurbanına acı vermeden gerçekleştirebilmesi için gereklidir de. Öte yandan, onun, yaptığı işe duygusunu karıştırması halinde, bu, ister duygudaşlık yoluyla olsun (ki bu durumda işini gereği gibi yerine getiremez), isterse, kurbanına kin ve nefret duyma gibi menfi duygularla yaklaşma hali olsun, ki bu durumda da o, infaz değil fakat başka bir iş ifa etmiş olur. Nitekim cellatla kurbanı arasında, uç bir durum olarak kişisel bir mesele bulunduğunu ve celladın işini mesleğinin gereklerini yerine getirmeyi ihmal ederek kin, nefret ve intikam duygularıyla hareket ettiğini farz edersek, bu durumda yapılan işin infaz görüntüsü altında cinayet olduğunu ileri sürmemiz gerekir.

Fakat sözü geçen olağandışı durum dışında, celladın cani olduğunu kabul etmiyoruz. Cellat, apathetic bir kişi olmasına rağmen, o, hayatının gündelik seyri içinde başka insanlardan farksızdır. O, gündelik hayatında ve başkaları karşısında belki gene apathetic biridir. Ama bu durumu onu cinayet işlemeye sevk etmez. Caninin ırası celladınkinden farklıdır, onda fıkdan halinde olan vicdandır. Apathetic biri, başkalarının ölümü ve öldürülmesi (isterse bizzat kendi eliyle olsun) karşısında kayıtsız kalır, ama bu durum onu cinayet işlemeye sevk etmez. Oysa canide vicdansızlık hali vardır ve o, saikları ve sebepleri (bahaneleri) neye dayanırsa dayansın, başkasını öldürme temayülleri taşır, çoğu kez de önüne geçemediği bu temayüllerine ram olur. Cellatla cani farklı ıraya sahiptir. Caninin öldürdüğü kişiyle kaideten kişisel bir meselesi vardır, oysa celladın infaz uyguladığı kişi ile kişisel meselesi yoktur. Eğer cellat, kurbanıyla arasındaki ilişkiyi kişisel mesele haline getirirse, infaz değil, fakat cinayet ifa etmiş olur. (Bu mülahazalar ve daha fazlası için, bkz. Yüzler, İz Y. s.139 vd.)



------------------------------------------------------


Hiç yorum yok: