KİMDİR
Ozan – Yazar – Eğitimci.
Çocukluğunda , döğen sürdü, çiftçilik yaptı, çobanlık yaptı. “Kendi koyunlarımızı, sürüye girmeyen koyunlarımızı güdüyordum. 5 / 6 tane.”
Üretken ozanlarımızın başında gelir. Oldukça sitemkâr, dünyaya karşı. Değerinin anlaşılamamasından oldukça dertli. Yüreğindeki sevgi, tüm ozanların yüreklerindeki sevgi çağlayanı gibi çağıldayıp duruyor. 31 Yıl, 6 ay görev yaptı. Dövüldü ve sürüldü.
DOĞUMU: Maraş'ın Elbistan İlçesine bağlı Eldelek Köyünde 1928 yılında doğdu. (Yazarın doğum tarihi: Nüfus cüzdanında 1931 yazıyor, ama gerçekte 1928 doğumludur.)
ANNE / BABA: " - Annem, Osmanlı kadını, yetişmiş, ağırbaşlı vakur bir kadın? Babam saftı, sefildi, terbiyeliydi, temiz adamdı ama annem kadar kültürlü değildi(1). "
ÖĞRENİMİ: 1943 Yılında ilkokulu bitiren Gözükara, iki yıl sonra Düziçi Köy Enstitüsüne kaydoldu(2).
AİLESİ: - Ailede 8 çocuğun ikincisi. Yalınayak gezdiğini, ayağına dikenler battığını, ilerleyen yıllarda çift sürdüğünü, ekin biçtiğini, döğen sürdüğünü, yorgunluğunun sonunda da gölek sularında yıkandığını söylüyor(3).
ÇOCUKLUĞU: Çocukluğumuzun düşleri. İçimizde hala özlemi vardır tabi. Kuzularla, oğlaklarla iç içe yaşar çocuklar köy yerinde. Koyunlar kaçar, keçiler kaçar. Onları evirir çevirir, güder. Yazın yaylalara çıkarlar. Her akşam, kuzular, oğlaklar annelerine kavuştuklarında meleşirler. Her şey şiir gibidir sanki(4).
GÖREVİ VE YAPTIKLARI
1950 Yılında Enstitüyü bitirerek öğretmenliğe başladı. 27 Yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra 1977 yılında emekli oldu. 1984 Yılında yeniden öğretmenliğe döndü ve 1994 yılında sağlık nedeniyle yeniden emekli oldu.
SEVDA: İlkokulu bitirdikten sonra iki yıl ara verdi. Babası maddi nedenlerden dolayı, Köy Enstitüsüne göndermek istemedi. Çünkü çifti – çubuğu meydanda kalacaktı(5).
SÖYLEŞİDE SORULUYOR: Alevi mi, Sünni miydi köyünüz? Cevap: Köyümüz yarı Alevi, yarı Sünni, diyor. Esasında köyümüz çok çağcıl bir köy. Köken olarak önceden Aleviymiş, sonradan Sünniliğe dönüşmüşler. Baba inancı sürdürüyorlardı. Biz de babalar çoktur. Evliya Baba, Kara Baba, Battal Baba gibi babalar çok bizim köyümüzde.
Hatta bizim yakınımızda Hatice (Hacca) Ana vardı. Hacca Ana zaman zaman Küçük Yapalak’a giderdi. Ben, ilkokuldan sonra Küçük Yapalak’la o kadar çok ilgilendim ki, şimdi kalksam Ankara’dan Elbistan’a gitsem bana hususi Küçük Yapalak’tan araba gelir. Davete çağırırlar. Hâlbuki Sünni köylerimizden bunu görmedim. En çok dostlarım da Alevilerden oldu. Alevi / Sünni diye de ayrım yapmıyorum. Ayrım hatadır. Fakat onların bana yaklaşması, kültüre yaklaşması daha başkaydı, daha güzeldi, daha hoştu(6).
DEDESİ HOCAYDI: Dedesinin, Sünni köyünde değil de, Alevi köyünde hoca olduğunu söylüyor(7).
FELSEFESİ: “Mesela laiklik ne kadar güzel bir şey. Sen Alevi olursun, ben Sünni olurum, öteki Çerkez olur, öteki Çeçen olur, öteki başka inanışa tapar, öteki başka şey yapar. Ama bu yurtta olan herkes bu yurdun sahibidir. Bu memleketin sahibidir. Bu memlekette hakkı var hissesi var. Herkes kanun karşısında eşittir.”
MEDENİ DURUMU: Evlendi. 4’ü kız 2’si erkek olmak üzere 6 çocuk babası oldu.
ÖLÜMÜ: Bir Mart günü / 2006.
EDEBİ HAYATI: Yazmaya 1946 yılında duvar gazetelerinde başladı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları yayınlandı.
ESERLERİ
1. Yırtık Pabuçlar - Roman 1960,
2. Paslı Kelepçeler - Roman 1964,
3. İbili’ye Mektuplar - Öykü 1970,
4. Masaldan Masal - Masal 1975,
5. 1 Mayıs Türküsü - Şiir, 1977,
6. Çeyrek Adam - Fıkralar 1985,
7. Döne’ye Mektuplar - Öyküler 1987,
8. Yola Düşen Kağnılar - Destan 1988,
9. Bıldırcınlar I – II- III - Roman 2001–2002,
10. Ulu Nehir - Nasrettin Hoca Fıkraları 2003,
11. Kiralık Tanık - Öykü 2004,
12.Tüysüzden Mektuplar - Şubat 2006, vd. gibi yayımlanmış kitapları var.
-----------------------------------------------------------
şiirlerinden
örnekler
Hotirinan
Toprak oğlu topraktan
bir evimiz vardı
Kapımızın önünde
küllük
Komşu
çocuklarıyla
Bulaşık sularının
ıslattığı yerde
Kösküç
oynardık
Duyulurdu öte
sokaklardan alıç ahlat sesleri
Sokulurduk satıcının
yanına
Üçer beşer
çalardık
Herkes bizden
korkardı
Seremezdi çamaşırı
güneşe
Budar düğmelerini kumar
oynardık
Ayrı geceler kemik gitti
takır tukur
Hoca okur kızlar
dokurlar
Sabahları
bulurduk
Topaç çevirirdik dünya
ipimize
Hacca canın damında o
oturur ağlardı
Bizler kıkır kıkır
gülerdik
Sefer onlardandı Sefer o
gruptandı
Bizim başkandı
Ahmet
Yan bakamazlardı
hiç
Gık deseler
döverdik
Çullu’nun bahçesinde tek
ağaç elma vardı
Giderdik
yolmaya
Tutardık kırardık
dallarını
Çullu geriden görür
eşşoğlular der atardı
Değneğini
arkamızdan
Hoptirinan çalarak
kaçardık
Cılız dumanlar tüten
bacası ve tepeden delikli evi vardı
Yemen yemişti biriciğini
iç çeker anlatır ağlardı
Beli bükülmüş, çilenin
kemirdiği parmaklarıyla
Çilenin
insanıydı.
Kızgın güneş soldurmuştu
meyvesizdi
Buram buram toprak kokan
topraksız toprak anasıydı
Sıla kokar ekmeğinde
garibin
Çorbasında acıları ha
kaynar
Hayal değirmeninde
özlemler öğütür, yanar
Mesafeler hora
teper
Zaman yumak
yumak
Çözemez gayrı oturur
ağlar
Gurbette gün doğar
sılada batar
------
ZAMAN
Ardına bakmadan ha bire
koşar
Kendi yok ama dal ile
açılır
Yapraklar düşerse yaşar
ha yaşar
Sarıyı yeşile katıyor
zaman
Hiç habersiz tozu dumana
katan
Dikenli dikensiz her
dalda öter
Geceleri doğar gündüze
batar
Tilki uykusuna yatıyor
zaman
Bazen sağlamlıktır bazen
sayrılık
Bazen soğuk bir yel ve
bazen ılık
Bazen birleşmektir bazen
ayrılık
Yanında giderken yitiyor
zaman
------
BACIM
Açılan her zaman gül
değil bakın
Kendini dikene alıştır
bacım
Eline batınca şaşırma
sakın
Buna sabır kılmak
yetişir bacım
Neler almış gördün daha
ne olur
Arayan ararken çok
şeyler bulur
Yaşayan doğadan nasibi
alır
Her adım bir sona
varıştır bacım
Göremeyiz önde neler
yatıyor
Ulusları birbirine
katıyor
Ak kabuk içinde bir kuş
ötüyor
İşte bu sesleniş oluştur
bacım
Adsızın
haline yaklaş ta bir bak
Yıkılsa da bendi suyu
akacak
Dikeni gül diye seven
çıkacak
Bunlar bıkkınlığa
vuruştur bacım
------
GÜLENDAM
Yuvada yavrular gözünü
açıp
Dil olanda geleceğim
Gülendam
Doğa adlı sevda renklere
geçip
Al olanda geleceğim
Gülendam
Ak umutlar ilmik ilmik
dokunsun
Hasret gözler yollarıma
bakınsın
Bahar açan dallar yaprak
takınsın
Bol olanda geleceğim
Gülendam
Çoban bayırlara salsın
sürüsün
Çayır çimen tüm çevreyi
bürüsün
Yellerin önünde bulut
yürüsün
Sel olanda geleceğim
Gülendam
Sevda yol izlesin dursun
kaçaklar
Dağ eteği yol kenarı
çiçekler
Bakış açsın iştah açsın
çiçekler
Bal olanda geleceğim
Gülendam
Kara yazan hep sözcükler
bozulsun
Geniş tülbent tel
elekten süzülsün
Bekliyorum kol bağlarım
çözülsün
Sal olanda geleceğim
Gülendam
Kişi üzgün olur umutsuz
olmaz
Boşu boşa koyar dolular
dolmaz
Hayalde açılan öyle pek solmaz
Kal olanda geleceğim
Gülendam
Sağılan süt kazanlarda
karanda
Halk çayır yaylalara
kuranda
Yıkan seller bitip
taşkın duranda
Yol olanda geleceğim
Gülendam
Adsız yüreklerde açan
solmadan
Hasretin içine hasret
dolmadan
Bel bükülüp kulak sağır
olmadan
Gel olanda geleceğim
Gülendam
------
TEK DÜDÜK
Sevda nasıl şeydir
anlamak için
Uzun
hasretleri tatmadan olmaz
İnsanın insanı sevmesi
için
Bölüşük kavgası bitmeden
olmaz
Başına konmaktır aynı
çiçeğin
Yollar birlik olmalı özü
gerçeğin
Yeşermesi için aynı
çiçeğin
Toprağı toprağa katmadan
olmaz
Hakk’ın türküsüne
koşmalı sazı
Kardeşlik demeli kalede
yazı
Haksıza haykırıp coşmalı
bazı
Aynı günde bayram
etmeden olmaz
Boşa çabalayıp
yorulmayınız
Zorsuz kolaylara
sarılmayınız
Ben Adsız ozana
darılmayınız
Dünya tek düdükten
ötmeden olmaz
------
GÜL İÇİN
GELDİM
Umutlar yüklendim umut
üstüne
Sevdalar söyleyen dil
için geldim
Soğuklar esiyor yaprak
kastında
Güvercin ağzında dal
için geldim
Sağlam bentler kurar
selleri keser
Hep başı boşların yolunu
keser
Olumsuzluklarla suratı
asar
Birbirini tutan el için
geldim
Adımız Türk sürecektir
şanımız
Al bayrağı bayrak yapan
kanımız
Gündem birlik cumhuriyet
konumuz
Adsızlar ömrüne yıl için
geldim
------
HASRET
ÇEKİYORUM
Yapık saçları
okşayan
Yele hasret
çekiyorum
Kıvrım geçli
vadilerde
Yola hasret
çekiyorum
Sele kapılan
toprağa
Tırtıla yem olan
bağa
Erken sararmış
yaprağa
Bile hasret
çekiyorum
Bulutlardaki
akışa
Umut yitirmiş
bakışa
Rengi yitirmiş
nakışa
Çula hasret
çekiyorum
------
HABER
VER
Hasan Emmi zahmet olacak
amma
Zırdan düşmüş eşeklerden
haber ver
Mevsim geldi koç katımı
var amma
Koçsuz kalan şişiklerden
haber ver
Kocamadan gençliğini
yitiren
Kaderin çölünde diken
yetiren
Karın tokluğuna ömür
bitiren
Kıl çarıklı uşaklardan
haber ver
Bu yıl nasıl geçti
mahsul oldu mu
Boş çuvallar tahıl tane
doldu mu
İlçeliye daha borçlar
kaldı mı
Boş kavuzlu başaklardan
haber ver
-------
DÖNE
Halkı koyun sanan
iribaşlara
Sormanın zamanı
gelmiştir Döne
Kanat açıp leş arayan
kuşlara
Sormanın zamanı
gelmiştir Döne
Dine biçim verip halka
satana
Alın terlerine viski
katana
Elin gavuruna alkış
tutana
Sormanın zamanı
gelmiştir Döne
Haltlarını gizli
yutturur sana
Kirli ellerini batırır
kana
Ulusun malını yağma
kılana
Sormanın zamanı
gelmiştir Döne
Kardeşi kardeşe düşman
edene
İşler iş eder duymazlar
gene
Adsız’ın atını alıp
gidene
Sormanın zamanı
gelmiştir Döne
-------
TREN
Başını seversen acele
etme
Döne’mden haber yok öldü
mü tren
Dallarda oluşan o
tomurcuklar
Daha açılmadan soldu mu
tren
Yıllar düğüm düğüm
geçmiş gölgeli
Durmadan esiyor hiçliğin
yeli
Tünelden gördün mü garip
bülbülü
Fırtınalar kanat yoldu
mu tren
Hani düşler nerde izler
mi şaştı
Hasretler hasretin içine
düştü
Kinin yalımında çok ciğer pişti
Kinin yalımında çok ciğer pişti
Kargalar kuşumu aldı mı
tren
Görmedin mi gözlerinde
yaşını
Kırık kaşığını yavan
aşını
Uykusuz gecede dertli
başını
Dönüp taştan taşa çaldı
mı tren
Mutluluğu bilmez çileye
eşti
Yollar eğri çizdi
yolları şaştı
Kıpırdamasa da çukura
düştü
Seyrelmiş saçını yoldu
mu tren
Çocuk makinesi saydılar
Onu
Ahırda doğurup akıttı
kanı
Tarlasız topraksız
toprak insanı
Uzaklara bakıp daldı mı
tren
Niye yağlamazsın paslı
dingili
Niye sulamazsın açmamış
gülü
Sende mi yitirdin
doğduğun eli
Özün hasretle doldu mu
tren
Beni ben yapıyor benimin
dünü
Ölçmekle bulunmaz o
neyin eni
Biliyorum üzdüm
beklettim seni
Yüreğinde ağrı oldu mu
tren
Yaşımla ısladım eski
mendili
Gurbete koklattım
açmamış gülü
Kireç tümsek yaptı felç
etti beli
Gün indi ikindi oldu mu
tren
Adım İbili’dir soyadım
gurbet
Çevir dümeni de umutları
öt
Köyüme uğrarsan benden
selam et
Gözlerin arkanda kaldı
mı tren
-------
-----------------------------------------------------------
-------
KONUSU: Ozan, yazdıkların konusunu genelde yaşanmış
olaylardan alır. 3000 tane şiiri var. Bu şiirlerden 600’e yakın serbest
şiir.
Bir söyleşide şöyle bir
anısını anlatır: ''Babamın halası vardı, biz ona ebe diyorduk. Birinci Cihan
Harbi sırasında halasının oğlu Muhittin Abi, Yemen’e gitmiş, Yemen’de kalmış.
Köyyerinde tek başına kalan ebe'min , kulübemsi bir evi vardı. Ben her
güğn, sabahları getirirdim.. Anacağızım onu hiç yadırgamadan, rahatsız
olmadan temizler, yedirir, karnını doyurur, akşamları tekrar götürürdüm.
Akşam götürdüğüm zaman o bana yufka ekmeğinin içine (yağı vardı, tuzlu
yağ) yağı ekmeğe sürer, dürüm yapar bana verirdi.
Ona şöyle bir şiir
yazdım:''
Cılız dumanlar tüten
bacası ve tepeden delikli evi vardı
Yemen yemişti biriciğini
iç çeker anlatır ağlardı
Beli bükülmüş, çilenin
kemirdiği parmaklarıyla
Çilenin
insanıydı
Kızgın güneş
soldurmuştu, meyvesizdi
Buram buram toprak kokan
topraksız, toprak anasıydı
Sıla kokar ekmeğinde
garibin
Çorbasında acıları ha
kaynar
Hayal değirmeninde
özlemler öğütür, yanar
Mesafeler hora
teper
Zaman yumak
yumak
Çözemez gayrı oturur
ağlar
Gurbette gün doğar,
sılada batar
geleceğim
neslihan
Yuvada yavrular gözünü
açıp
Dil olanda geleceğim
Neslihan
Doğa denen suda renklere
geçip
Al olanda geleceğim
Neslihan
Çoban bayırlara salan
sürüsün
Çayır çimen dağı taşı
bürüsün
Yellerin önünde bulut
yürüsün
Sel alanda geleceğim
Neslihan
Sevgi yol izlesin dursun
kaçaklar
Dağ eteği yol kenarı
içekler
Bakış ağsın iştah açsın
çiçekler
Bel alanda geleceğim
Neslihan
Adsız yüreklerde açan
solmadan
Hasretler içine hasret
dolmadan
Bel bükülüp kulak sağır
olmadan
Gel olanda geleceğim
Nesliha
Ozana; ''Yayınlandı mı
bu şiiriniz?'' diye sorulduğunda; '' Yok canım ne basılması. Benim bütün
eserlerim duruyor. Basılanlar, dişin içindeki kırık kovuğu doldurmaz.'' diye
cevap veriyor.
-----------------------------------------------------------
(1). Annem, Osmanlı
kadını, yetişmiş, ağırbaşlı vakur bir kadın? Bilgili, kültürlü ben annemden
öğrendim her şeyi. Dili annemden öğrendim başta, yaşamı annemden öğrendim,
hareketlerimin %99 una annem hakim. Bütün hareketlerime. Beni tam eğitti.
Öğretmenden de öte öğretmen gibi eğitti. Ben bugün dilimi, dilimin bütün
güzelliklerini anneme borçluyum. Annem çok iyi bir hanımdı, kültürlüydü,
akıllıydı. Babam saftı, sefildi, terbiyeliydi, temiz adamdı ama annem kadar
kültürlü değildi.
Annem köyün gözde
hanımlarındandı. Becerikliydi. Düğünlerde esvabı annem biçerdi, makas ile.
Herhangi bir vatandaş 1-2
metre şalvarlık bez alır onu getirirdi, annem, biçerdi.
Gömleklerini annem biçerdi. Annem çok becerikliydi.
Diğer kadınlar,
teyzeler, halalar, komşular …? Onlar işte Anadolu
insanları.
(2) İlkokulu
bitirdikten sonra iki yıl ara verdim. Babam beni Köy Enstitüsüne göndermek
istemedi. Çünkü 20 lira maaşla ben ne iş göreceğim. Benim çiftim çubuğum
meydanda kalacak diye düşündü ve ben de ona uydum. O itibarla iki yıl kaldım
sonra kendime geldim uyandım. Dedim “yok bu böyle olmaz.” Geçtim gittim Köy
Enstitüsüne 1945 yılında. 1946 Yılında Köy Enstitüsünde artık kalem elime almaya
başladım. Öyküler yazdım, masallar yazdım, hikayeler yazdım hatta “İbili’ye
Mektuplar” 1948 yılında tamamlanmıştı. Yattı taa 1970 yılına kadar. 1970
yılında bir yayınevi tarafından basıldı. Sonra 5 yıldan sonra, nice Alman Harbi
yıllarının o kötü yılları, kıtlık yıllarını atlatarak Köy Enstitüsünü bitirdik.
Öğretmen oldum. Memleketimde Tapkıran Köyüne verdiler. Hem Alevi hem de aşiret
köyü, Kürt Köyü. Malatya ile Elbistan hududu arasında ama Elbistan’a bağlı bir
köy. Orada kaldım bir yıl ama hastaydım, hastalığım yüzünden raporla ben
ayrıldım oradan yeniden başka bir köye gittim. Karahöyük diye bir köye gittim.
Karahöyük’te kaldım 5 yıl. 5 yıldan sonra Tepebaşı diye bir köye geldim. Orada
evlendim.
Önce Pir Sultan
Abdal’dan haberim yoktu. Karac’oğlan’ı biliyordum, Sürmeli Beyi biliyordum,
ondan sonra Dadaloğlu’nu az biliyordum. Çünkü köye gelen çerçiler camekanlarının
içinde onları satarlar biz alır onlardan okurduk. Şimdi Sürmeli
Beyin
çingenelerin arasında
kalışları falan okuduğum zaman etkilerdi beni. Sonra Kerem’in Sofu ile birlikte,
hanlarda kalıp, kıştan yaza kadar kalıp, Aslı'ya eremeyişi, sonra Aslı'ya
vardıktan sonra dişlerini çektirip dişsiz kalışı falan beni etkiliyordu. Ben
zaten şeyi de oradan aldım da. Onları çok seviyordum onları çok okuyordum. Köy
Enstitüsüne 1945’te gittim 1946 da köyde Köy Enstitüsünden kaptık, 1. sınıftayız
daha memlekete izine gidiyorduk. İzinde Allah vermesin, yarına bayram, açlıktan
kan kustuk. Ne yolda ekmek var ne bir şey. Alman Harbi yıllarının akabi. Kıtlık
yılları. Köye gidiyoruz, ekmek vermiyorlar. Ben o perişanlığı, o sefilliği
okulda bir duvar gazetesine yazdım. Yazı yazınca bütün okulun ilgisi toplandı
bunun üzerine. Öğretmenler beni çağırdılar. Nasıl, sizin ora böyle mi, evet
böyle şu bu derken ben dedim ha yazarsam millet duyuyor, ilgileniyor, ondan
sonra başladım yazmaya ben zaten 1946’dan 1948’e gelene kadar İbili’ye
Mektuplar’ı bitirdim.
Yaşar Kemal, İbili diye
beni sever, Mahmut Makal beni sever. İş yardıma geldiği zaman, yok. Ben zaten
yardım istemiyorum. Ben köşeme, izzetime çekildim, oturuyorum arkadaş. Ama
dediğim gibi 70 tane eserim var haberiniz olsun dolaplar dolusu, raflar dolusu
eğer ölürsem ilgilenin derim. İlgilenin.
(3). Kimdir Anadolu
insanı? Anadolu, anaların dolu olduğu memleket. Ama o analar başka analar.
İstanbul’daki İzmir’deki analara benzemez. O analar daha değişik ana. O anaların
dudakları yarık, parmakları, elleri nasırlı, topukları yarık o analar her şeyini
çoluğuna çocuğuna adamış, ekmek, yemek pişirmek onun sanatı. Bir de işte
kocasına bakmak. Hatta öylelerini bilirim ki, Anadolu kadını zavallı öyleleri
vardı ki, budaklı değneği kapısının arkasına bırakırmış, ben de gördüm ama geç
gördüm bunu, sonraları yetiştim, geldim. 'Kocam çiftten geldiği zaman veya bir
yerden geldiği zaman canı sıkıntılı olduğu zaman değnek aramasın, beni döveceği
zaman, buradan, kapının ardından değneği alsın beni dövsün' diyecek kadar
fedakarlık gösteren bir kadın grubu. Saçını açmaz. Bağlar başını, ama bugünkü
türban gibi değil tabi. Yalanı yok, zavallının. 4–5 çocuğu varsa işte
tenceresine, koskoca kazanını koyar kapının önüne tezeği ile su ısıtır,
çamaşırını yıkadıktan sonra çocuğunu avluda veya başka ahırın içinde o suyla
yıkar, kocası gene öyle kendisi gene öyle… bir gün… geçer öyle. Bugün bu bitti
mi, bir derece bitti, ama gene de o ruh hala devam ediyor.
Yaşanıyor.
Babamın halası vardı biz
ona ebe diyorduk. Birinci Cihan Harbi sırasında halasının oğlu Muhittin Abi,
Yemen’e gitmiş, Yemen’de kalmış. Fakat o hanımın kulübemsi bir evi vardı, ayrı
otururdu. Ben her zaman elinden tutar eve getirirdim. O yıllar bitti.
Anacağızım, hiç yadırgamadan, rahatsız olmadan onu temizler, yedirir, karnını
doyurur. Sabahleyin getirirdim, akşamleyin götürürdüm. Akşam götürdüğüm zaman,
yufka ekmeğinin içine (yağı vardı, tuzlu yağ) yağı parmağıyla alır ekmeğe
sürer, dürüm yapar bana verirdi. Yarına garanti etmek için, yarın da gelsin Ali
Kemal beni götürsün, diye. O karının gözleri görmüyordu. Babama sordum da böyle
dedi, sonra ben ona ufacık bir şiir yazdım. Evi
anlatıyorum.
Cılız dumanlar tüten
bacası ve tepeden delikli evi vardı
Yemen yemişti biriciğini
iç çeker anlatır ağlardı
Beli bükülmüş çilenin
kemirdiği parmaklarıyla
Çilenin
insanıydı
Kızgın güneş soldurmuştu
meyvesizdi
Buram buram toprak kokan
topraksız toprak anasıydı
Sıla kokar ekmeğinde
garibin
Çorbasında acıları ha
kaynar
Hayal değirmeninde
özlemler öğütür yanar
Mesafeler hora
teper
Zaman yumak
yumak
Çözemez gayrı oturur
ağlar
Gurbette gün doğar
sılada batar
(4). Çocukluk rüyası,
çocukluk koşuşturmaları, çocukluk hayalleri önemli. Prof. Dr. Cahit Tanyol’la
bir söyleşi yaptım İstanbul’da. Seksenini geçmiş bir sosyolog, şair, yazar,
profesör. Öyle bir etkisinde kalmış ki, bu şairimiz gün gün anlatabiliyor, gün
gün çocukluğunu. Öyle bir çocukluktu ki diyor, bizim çocukluğumuz savaşların
içinden çıkıp geldik. Günle, güneşle, ağaçlarla haşır neşir idi bizim
çoçukluğumuz.. bulamıyorum arıyorum, diyor hala. 70 Yıldır çocukluğunu
arıyormuş.
Şimdi Hotirinan diye bir
şiirimi okuyayım orada göreceksiniz çocukluğumu.
Arkadaşlarım ve o tatlı
günler. Arkadaşlarımı hatırlıyorum. Birisi ölmek üzere (olan) Mıstık, birisi de
Mehmet Ali Kambur, ağzı yere değiyor. Onlarla öyle haşır neşir, öyle çocuktuk
ki... Kıraçlar vardı bizim köyde. Küçük Yapalak, Büyük Yapalak, Eldelek, Geçit,
Çıtlık arasında büyük bir dalgalı arazi. Bahar geldiği zaman oraya gidiyorduk,
Mıstık ile özellikle. Yuva belliyorduk. Yuvalar. Kuş, bir dikenli dalın
tabanından kalkıyor, pırr uçtuğu zaman oraya varıyoruz, bakıyoruz ki orada bir
yuva var. Yuvanın içine üç dört tane yumurta koymuş, kuluçkaya oturmuş. Böyle
onları herek dikiyorduk ertesi gün gidip bakıyoruz civciv çıkmamış, 2. Gün
çıkmamış, 3. Gün çıkmamış, 4. Gün birinden çıkmış, ikisinden çıkmış, üçüncüden
çıkmamış, Mıstık,ı hala affetmiyorum. Şimdi yatıyor şeyde. Çıkmıyor diye yuvayı
ayağıyla berbat etti hala küskünüm Mıstık’a. O bir, ikincisi gene her halde bana
annem babam biraz daha itimat ediyorlardı, iyi bir ceket giymiştim. Onlar
iştahla bakıyorlardı bana. Oturdum da bir gün ikisinin arasına, Mehmet Ali,
ceketimin ucundan şöyle ovalıyor. Yani yumuşak mı sert mi? Buram buram kendi de
istiyor. İstek akıyordu. İşte onlar beni insan etti. Bir ikincisi akşamın köpek
ürümelerinde gurbetteki babamı hatırlarım.
Babam işe gidiyordu. O
geleceği zaman içimizde öyle arzu belirmişti ki düşümüzde görüyorduk geceleri.
Düşümüzde onun kucağına oturuyor, ondan öpücük alıyor, onu öpüyordum. Ama
gelmiyordu. Her akşam, zaten gurbetçiler akşamları gelirlerdi köye.
Geldiklerinde köpekler havlar, her köpeğin havlamasında babamızın geldiğini
sanır dışarı çıkarız. "Aman Allah geldi geldi", köpekler havlar ama babamız
yoktu. O itibarla köpek seslerine ben hala hayranım, hala severim köpekleri.
Benim için dünyanın en güzel sesi akşam karanlığında köpek
sesi.
Duyulmayan veya ürüyen
bir köpeğin sesi benim yaşam (da yok).
(Eserlerime) köy konulu
diyorlar, ne derlerse desinler, köy varolduğu sürece köyün de, konusu olacak
bende o anlatanlardan birisiyim.
Ben büyük şehirdeki
ağanın, büyük şehirdeki fabrikatörün, büyük şehirde bilmem kimin hayatını
anlatamam. Benim anlattığım yaşamım o geldiğim o ortam, o ortamdaki o insanlar.
O teyzeler, o halalar, o amcalar, o dayıları anlattım ben. Ve amacım da şu
zaten. Bugünün eserleriyle bugünü yarına taşımak niyetim. Belge, benim
eserlerim. Yarın için belge. Bilmiyorum, ben hayatta öyle şaşaya debdebeye
alışmadım, görmedim, görsem de beni tatmin etmiyor, memnun etmiyor. Başka
anlatamam elimden gelmez. Yani bana ille de şu karşı hedefi vuracaksın demeyin,
demesinler vuramam. Benim kendime göre hedefim var oraya sıkıyorum orayı
vuruyorum.
(5) Benim çiftim çubuğum
meydanda kalacak diye düşündü babam. Ben de ona uydum. Ama uymamın sebebi de
kızlar vardı, hoşuma giden kızlar vardı, onlara müptelaydım. O itibarla iki yıl
kaldım sonra kendime geldim uyandım
(6). (Alevileri) daha
çok seviyordum. İlkokulu bitirdiğim Küçük Yapalak’a döndüm öğretmen olarak.
Orada benim her sözüm yasaydı. Öğretmenlik öylesi yerde yapılır. Adamlarda Hz.
Ali’nin, “bana bir kelime öğretenin bin yıl kölesi olurum,” felsefesi hakim
vaziyetteydi. Öğretmenin elini öperler. Öğretmen başköşedir. Yerim baştı. Başta
otururdum, hatta dedeler geldiği zaman gene ben en üst köşede
otururdum.
Şimdi iki kardeş
birbirini çekemiyorlar. Halkta suç yok. Yönetenlerde suç. Halk ikisinin de alın
yazısı aynı. Alevi’yle Sünni’nin ikisinin de alın yazısı aynı, ikisi de aç
kalmış, ikisi de açıkta kalmış, ikisi de savaşa gitmiş, cephede kalmış ölmüş.
Oğlunu... çocuğunu kaybetmiş ama birileri harekete geçmiş hemen bunları bölmenin
parçalamanın yollarını bulmuşlar. Nasıl bulmuşlar. Demişler Sünni’ye; senin
kitabın var, dinin var, imanın var cennet senin hakkın. Alevi’ye dikkat et,
diktiği giyilmez, pişirdiği yenmez denmiş. Onlar dövüşürken atı alan Üsküdar’ı
geçmiş. Şimdi burada ki ikilik, parçalanma çok kötü bir şey ama Emeviler
döneminden beri bu parçalanma devam ediyor ama bu olmamalı, bu
olmamalı.
(7). Dedem de köyde
hocaydı. Yani sıfatı hocaydı. Hoca yani. Öğretmen. Dedem hocalığı Sünnilerin
köyün de, değil de Demircilik köyünde, Alevi köyünde, yapıyordu. Çocukları
okutuyordu. Eski yazıyı okutuyordu o zaman. Dedeme Kara Hoca diyorlardı.
Dedemin çok öğrencileri vardı. Şimdi hemen hemen sonu gelmek üzere bitti,
onların hepsi öldü. (Çocukluğumda, Alevi Baba’larından) Evliya Baba’yı gördüm
ben. Yaşlıydı. Çok yaşlı bir adamdı. Tam Alevi Kültürü hakimdi o adama. Bize
anlatırdı, Aleviliğin ne demek olduğunu. Biz ondan dinlerdik, Ondan
duyardık.
Alevilerin Cem'i Küçük
Yapalak’ta oluyordu, tabi.
Cem Evine almıyorlar
Sünnileri. Beni de öyle kabul ediyorlardı. Çocuklardan öğreniyordum. Tanıdığım
sevdiğim kişilerden öğreniyordum. Toplanıyorlarmış, güzel güzel sohbet
ediyorlarmış. Kötü bir tarafları yok.
Dedeler oraya (köye)
geliyordu. Küçük Yapalak’a geliyordu, Çıtlak’a geliyordu. Orada Cem’lerini
yaparlar, nasihatlarını ederler. Ondan sonra hakkullahlar toplanır, bilmem ne
işte, onlar yapılırdı.
(Köyümüzde) sebze
yetişirdi. Ama meyveye pek merak yoktu. Birkaç tane ufak tefek bahçe vardı. Dut
ağaçları, elmalar vardı.
110 hane (idi
köyümüz).
Köyümüzde Cami vardı.
1950 Yılına kadar pek iyiydi halkın itibarı. Bilmiyorum camiye karşı ilgisiz
demiyim de, nasılsa pek kimse kimseyi kınamazdı. Kılan kılardı, kılmayan
kılmazdı. Abdestini alan alırdı. Ama şimdilerde, herhalde değişti
sanırım.
Yani kılma yönünde,
camiye devam yönünde.
Bizim köyle Küçük
Yapalak 15 dakika mesafede. Küçük Yapalak büyük bir köy. Zaten Elbistan’da
ilkokul kurulmuş ilk köy orası. Onların fikirleriyle bizim köyün fikirleri zıt
değildi birbirlerine. Tam paralel giderdi. Birbirlerini severler otururlar,
yerler, içerler, sohbet ederlerdi. Ama diğer köyler Küçük Yapalak’la öyle
değillerdi. Sünni köyler. Zaten Elbistan Ovasında üç tane köy var. Birisi
Demircilik, birisi Çıtlak bir tanesi de Küçük Yapalak. Diğer köylerin hepsi
Sünni. Üç tane Alevi köyü var. Alevi ama onlar Türk Alevi. Koskoca ova
Sünniler’in elinde. Öbürleri gerek Türk Alevileri, gerekse Kürt Alevileri pek
kenara çekilmişler. Kürt Aleviler dağlarda kalmışlar. Ova ötekilerin elinde.
Onlar biçer, onlar eker, onlar yer. Ta tarihi devirlerden beri böyle. Kimbilir
belki Emeviler’den belki Yavuz’dan beri böyle olmuş.
Bilemiyorum.
Evet. Afşin diye bir
devlet kurulmuş, İsa’dan önce. Takyanuslar’ın öyle ki dini yok. Şimdi adamlara
baskı yapmışlar. Kuvvetli baskı yapmışlar. Baskı neticesinde, yedi kişi, bir de
köpekleri var Kıtmir diye, Emlihat, Kepiş Tatuş... İsimlerini saymayacağım.
Yedi kişi bir de köpekleriyle beraber gitmişler o mağaranın içine sığınmışlar,
mağaranın içine girmişler. 309 Sene yatmışlar. 309 Sene. Tamam mı? 309 Sene
sonra uyanmışlar, acıkmışlar. Demişler gidip yemek alalım, ekmek alalım.
Bakmışlar devir değişmiş, şehir değişmiş falan. Ellerindeki sikkeyi götürmüşler,
parayı sunmuşlar. Yemek istemişler. Adamlar bakmışlar bu para neyin nesi, bunlar
kim, nerenin nesi, sıkıştırılmışlar, o zamanın zaptiyeleri tarafından. Yersin,
yemezsin. Mağaraya girmişler. Mağaradan vurmuşlar ta Tarsus’tan çıkmışlar. Tamam
mı? Tarsus’la Afşin ’in
arasındaki mesafe malum. İşte bu şeyde de var. Kur’an’da da var. Oraya Elbistan
halkı giderler. Orada kurbanlarını keserler dualarını eder
gelirler.
İNTERNETTEKİ CEM VAKFI
SİTESİNDEN YARARLANILMIŞTIR
-----------------------------------------------------------
-----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder