http://sairlermaras2.blogspot.com.tr/

13 Temmuz 2014 Pazar

MEHMET SAİT ÇAKAR


Mehmet Sait ÇakarOzan.

DOĞUMU: 1977 Yılında Maraş’ta doğdu. 


ÖĞRENİMİ: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden  mezun oldu. Arkadaşlarıyla birlikte üniversite yıllarında Sergi adlı edebi fanzini çıkardı. 2008'den bu yana Yordam adlı düşünce ağırlıklı edebiyat dergisini çıkarmakta, Kürtçe şiirlere de yer vermektedir.

MAHLAS KULLANDI: Üniversite yıllarında edebiyat dergilerinde yayımlanan şiirlerinde Ömer Faruk Kaptan adını kullandı.

ESERLERİ

1.   Ömer Faruk Kaptan adıyla  “Avucumda Kor” isimli  kitabı 1997 yılında yayımlandı. 
2.   Kürt Dili Ve Edebiyatı Ders Kitabı

------------------------------------------------------------------------

iki şiiri bir yazısı 

YOGA
  
Hoppala!

Yani üç kıtada dörtnala
At koştur
Yetmiş iki fırka analarını ağlat
Fırka-yı Naciye için
Yedi Yasin’le yedi belayı yıkayıp defnet
Defet günahlar gitsin
Gelsin şefaat
Kılsın kemter kuluna
Kulu çirkin kendi güzel Muhammet
Ve o kanlı ellerini tarih içinden
Uzatıp Cennet’te yıkasın herkes
Vallahi pes

Demek hayırlar fethola
Demek peygamber ocağı potinleriyle
Şerler defola
Demek vatan millet
Devlet-i ebed-müddet
Bilcümle erbab-ı cumhuriyet
Cemaline müştak ariflerin
Horasan erlerinin  erenlerinin
Abdalan-ı Rûm’un nurlu yolundan
Üçler yediler aşkına
Kırklar demine devranına
Demek zinhar ayrılmaya

Âmin ve morfin
Sonrası rahatlama
Hû!


Edeb ya hû…
Mehmet Sait ÇAKAR

*

ay uykusu 


Uykum doğuyor her gece kirpiklerimin çiti üzerinden
Ağır kuyruklu ve sararmış ay renginde
Lekeli koyunlar
Çifter çifter atlıyor
Her gece kirpiklerimin çiti üzerinden
Katil dumanlar gibi uykum yükselirken

Ayı kim kurtaracak lekelerinden derdim
Ayın sesini dinlerdim
Küçük bir çocuktum birçok geceler
Ayla konuştum damlarda yalnız başıma
Yukarıda bir dağ vardı orman saçlı
Ve çıplak alnının altında
Koca burunlu bir mağara güzel mağara
Ay parlakken horul horul uyuyan mağara
Kimsesiz mağara güçlü mağara
Keçilerin mağarası
Gizli apoletli yangın mimarlarının
Çıkardığı olaylarda ağlayan
Alevi karartılmış kör evlerin sıralandığı
Katil şehre bir gözünü kısarak bakardı
Şehir kahraman yapılmıştı yangından önce
Madalya ve sonrası katliamdı


--------

MARAŞ’TAN KAÇTIM

Maraş’tan kaçtım. Mesela Marakeş’te
Olsam da kaçardım şehrin elinden
Beni beton adasında tecride almış
Kara asfalt sularında kıs boğmuş şehri
Ne yapsam dedim
Ben bunu almak için ayaklarım altına
Çelik ata atladım
Çıktım dağa

Boş bir tosbağa kabuğu
Boz Ahır Dağı
Ahır Dağı beni sever
Ben Ahır Dağı’nı
Uzaktan taş kadar ölü
Yakından toprak gibi canlı
Karanlık gölgelere kuşbakışı acıyıp
Gökyüzü gündüzüne açtım kollarımı
Geldim işte akvaryum kırlarına Allah’ım
Nakışların arasında unuttum her bir şeyi
Şehrin inşaat çizgilerini ve beton harcından
Çıkarılıp dondurulmuş ebu cehillerini

Sevinçten uçuyordu arıların
Gülüyordu dişi papatyaların
Kanatlanmış çiçeklerdi kelebekler
-Ki bir zaman ben de kelebektim
Yalancı bir çiçekle yan yana Hasankeyf
Mağarasından yıkılmış Dicle’yi seyrettim-

Çam reçinesi kokuyor orman
Dalda kozalak gibi uyumlu duran kuşlar
Ağustos böceği. Mayıs böceği
Bu dağda dolaşan çocukluğum
Orak kesiği. Mor kekik. Sarı dağ çayı
Yılanlar. Küfürler. Keçi çıngırakları
Tümü karardı
-İnsanlar da kararır sevad-ı azam derler
Arada parlarsanız
Sizle yanmaya yanaşmaz hiç kimseler-
Ve kişi göbek bağının gömüldüğü toprağı sevmez mi
Elbette sever
Sevdi de
Ama taşıyamadığı yükünün altında kalır
Yorulan bir karınca. Düşen bir arı
Bunu düşündüm ve kızgın gözyaşlarımın şerefine
Şehrin sarı kırmızı
Ve yeşil şerefeleri sımsıcak aydınlandı
Başımı sallayarak yeniden dolaştırdım
Rengârenk iplikten o eski ışıkları

Dağıldı mürekkep balığı gibi
Akşamın boyası bu akvaryuma
Ayın ışığı yandı
Gecenin Türkuaz çinisinde Çingene lambası
-Fazla uzaklaşmış olamazdım
İnsan denen alışkanlıktan-
Atladım Japon atıma
Olaylarda katil
Karayolun kalın kablolarına tutunmuş titrek ışıkları
Karşıladılar beni
Döndüm köşeli parantezlere cam masalara
Ve sevgisiz insanlar aşkına oturdum
Sırtımı çevirip
Sevgili taş balıklarına kaya yosunlarına
Örümcek deliklerine ve önleri yığın
Karınca yuvalarına

Kaygan taşta delik arayan
Bir karıncayım şimdi
Parlayıp sönen bir heves ışığıydı
Parladı bir salyangozun üzerinden
Geçtiği kaygan şeritte
Ve söndü

Baba evinde bir yabancıyım
Yaramaz bir at yılkıya düşmüş
Baktım geçivermiş yalancı geleceğim
Tek kişilik yaramaz bir düş

Keşke dedim koştukça parlayan
Kahverengi sağrılı bir at olsaydım
Ruh yeşili bahar çayırlarında
Kaçmak için akıldan. Şu düzgün çizgileri
Olmak mecburiyetinden

Maraş’tan kaçtım. Bu doğru
Yıllarca yaşlandım. Bu gerçek
Bir yokmuş bir varmış
Meğer hayatım
Temmuz güneşi altında bir topak karmış
Yine de bir ömür çoğalır niye
Bu masal
Bu yalan
Bu hikâye

Mehmet Sait ÇAKAR

*

Oturup ağlayamadım
    Kumaşır kıyısında

13 11 2012

Beş-altı yıl önce yaz tatilinde Maraş'a gittiğimde anam gene evlilik konusunu açtı. Oğlum artık evlen, neden evlenmiyorsun dedi. Vallahi neden evlenmediğimi tam olarak bilmiyordum. İletişim kurduğum ya da birilerinin aracılığıyla evliliğe yönelik görüştüğüm kızlar oluyordu ama sonuca ulaşmak imkansız gibi bir şeydi. Kızlar başlangıçta çok iyi oluyorlardı. Kızların iyiliği ya da kötülüğü, benim için sadece anlayışlı olup olmamalarıyla ilgili bir şeydi. İletişim sürecinde her kız girişte anlayışlı ama gelişmede yırtıcı oluyordu ve sonuçta ben kaçmaya başlıyordum. Psikolojik şiddet. Kadınların ikinci silahları budur.

Bendeki kayıtsızlığı görünce anacığım ağlamaya başladı. Artık tecrübe edinmiştim: Ağlamaya başladıklarında kadınlardan en ağır lafları işitmeye hazır bir erkek moduna geçtim. Anam da olsa, bacılarım da olsa, öğrencilerim de olsa bu böyleydi. Ağlamak, senden gelebilecek tepki ihtimallerini boşa çıkarmak demekti bir kadın için. Böylece anam, çok ağır olacağını düşündüğü ve bu yüzden ağlayarak söylediği şu sözü ortaya attı: "Mahallenin kadınları, 'oğlun Sait niye evlenmiyor, yoksa hadım mı?' diyorlar oğlum, yeter benim yüzümü kara çıkarma." dedi ve bir hıçkırıkla ağlamasının şiddetini artırdı. "Ya ne derse desinler ana. Amaaan sen de, onların lafına mı bakıyorsun anacığım?" dedim. Ben hiç kızmayıp, hiç hayret etmeyip bunu söyleyince anam da rahat bir nefes aldı, burnunun iki yanındaki gözyaşlarını tülbendiyle kuruladı, "e ne olucu böyle oğlum?" dedi.

O zamanlar Şahin marka beyaz bir arabam vardı. Maraş'ta Çocuk Bahçesi, Batıpark, Pınarbaşı gibi açık hava çay bahçelerinin olduğu yerlerde ikindi vaktine kadar kitap-gazete okuyordum, disiplinsizce bir şeyler karalamaya çalışıyordum. Bazı günler akşama doğru arkadaşlarla Kılavuzlu'daki Ceyhan ırmağına yüzmeye gidiyorduk. Her zamanki gibi hayatımdan ve kendimden memnundum. Anamın söyledikleri beni üzmedi ama öylesine ağlaması benim canımı sıktı.
Evden çıkıp arabama atladım ve güneydeki Adana yoluna gazlayıp şehirden çıktım. Hayatımın ilk su kenarı olan Kumaşır gölü kıyısında arabamın motorunu susturdum. Dar asfalt yoldan tepeleri yüklerle dolu köy minibüsleri gidip geliyorlardı. Çocukluğumuzun önemli mekanlarından biri de bu göl kıyısıydı. Çok çok eskiden, ben daha dört ya da beş yaşımdayken babamın bizi belediye otobüsüyle buraya getirdiğini hatırlıyordum. Otobüste babamın kucağına kusmuştum. Burada kara kara su kaplumbağaları olurdu, şimdi yoktular. Gölün kıyısındaki şu kaynakta yüzerdim, kocaman görünürdü, Allah'ım meğer ne kadar küçük bir kaynakmış. Yamaçta arabamı bıraktığım asfalt yoldan göl kıyısına inerken bir sulama kanalını zar zor geçerdik. Su yılanları ve su tosbağaları akardı o kara sudan. Babamın ortadan kayboluşlarıyla süren başka şehirlerdeki tırpancılık aylarından sonra, bayramlarda gelirdik buraya. Boyununa asılı koyu kahverengi kılıfta Kuran-ı Kerim ve Risale-i Nur külliyatından kırmızı ciltli bir kitap taşırdı babam. Kafasını sallayarak Kuran okur, hepimizi etrafında toplayıp dinletir, sonra sırayla esans kokulu mushafı öptürüdü bize. Bayram şekerleri olurdu anamın ekmek çantasında. Göle başka erkekler gelirse babam erkek güvercin olur, anamı mütemadi bir tarassutla göz hapsinde tutardı. Anam kıyıda yün yıkayan kadınlarla konuşacak, hele bir de gülüşecek olsa "o erkeklere sesini duyurmak mı istiyorsun?" diye höykürürdü paranoyak babam. Kimseler yoksa anama hava atmak için karşı kıyıya, sazlıkların arsızca boy verdiği, yaban ördeklerinin, kaplumbağaların ve su yılanlarının yumurtlayıp üredikleri bataklığa kadar yüzerdi. Anam hayatında hiç sevemediği babam için çok kaygılanmış gibi görünürdü. Gelenek hem anamın hem de babamın hayatını karartmıştı.

Gölün yukarısındaki tepede sahabelerden Yemenli Malik b. Eşter'in mezarı olduğu söylenen bir mezar vardı. Nurculuğu radikal bir şekilde tekfir edip de mealci olduğum zamanlar araştırmıştım; Malik el-Eşter, Hz. Ali'nin Sıffîn'deki komutanlarından biriydi ve muhtemelen Mezopotamya ve Kilikya arası bu bölgeye ayak basmamıştı. Hz. Osman'ın evinin kuşatılıp öldürülmesi olayına karışanlardan biriydi. Hz. Ali hükümetinde önemli görevler almış, Mısır'a giderken yolda gizli düşmanlarınca zehirlenmişti. Maraşlılar Malik Ejder diyorlar, çocuklarına Ökkeş adının yanı sıra Ejder adını da koyuyorlardı. 10-12 yaşlarımızda bu göle yüzmeye geldiğimizde o tepeye çıkar, Malik Ejder türbesine zenginler para bırakmış mı diye bakardık. Çevredeki mezar taşlarına küçük dilek taşları yapıştıran kadınlar dua ederlerdi. Çok güçlü rüzgar olurdu Malik Ejder tepesinde. Para bulamadığımızda bu ürküntülü tepeden hemen göle inerdik. Gölün dibinde kocaman bir kazan vardı. Ara sıra bu kazan açılıp, çeşitli mahallelerden bazı günahkar Maraşlıları yutardı. Sani abimin arkadaşı olan Kara Yaşar'ın kısacık boylu, kır saçlı babası bu gölde boğulmuştu. Günahı boynuna, suya girmeden önce şişe şişe bira devirdiğini anlatmışlardı. Zaten bütün güzel yerler gibi bu gölün kıyısı da içki şişeleriyle doluydu. Bu şişeleri poşet poşet toplayıp satmaya götüren çocuklar olurdu.
Bir keresinde bu gölden dönerken Hanifi'nin bileti yoktu, Maraş'a kadar yürüdük. Yolda tufan gibi bir yağmur fışkırdı gökten. Kenarda döşenmeyi bekleyen üst üste yığılı beton su borularının içine girmiştik. Bir keresinde bu gölde birinden dayak yemiştim. Bir keresinde bu gölde Hüseyin az daha boğuluyordu. Bir keresinde bu göle geldiğimizde gölün ortasındaki küçük kaya adalardan birinde desenli kocaman bir su yılanının kıvrılmış, güneşlendiğini gördük. Benden birkaç yaş küçük olan Yaşar'la ben, suya girmek için üzerini çıkaran Sani abime koşup yılanı haber verdik. Mahallenin en komik adamı olan abim bu gölün yüzeyinde her zaman yünlerle karışık yüzen yosunları avuçlayıp yılana fırlatmış, yüzünü buruşturup gözünü kısarak "siktir git lan!" diye yılana kafa sallamıştı. Yılan ağır ağır suya süzülürken abim ne kadar cesur olduğunu göstermek için yılana doğru kulaç atarak yüzmüştü.
Hep kendime dediğim gibi; keşke geçmiş denen birbirine bağlı birçok masalı tamamen silip atabilseydik zihnimizden ama bütün bunların çok daha fazlası geçiyordu aklımdan. Anamın ağlayışında samimiyet bulamamıştım. Acaba artık büyük şehirlerin demir dağlarına yaslanmış olan ben, samimi olarak ellerimden kayan aydınlık günlerim için ağlayabilir miydim bu göl kıyısında? Yapamadım. Bulutlar toplandı ve hava karardı. Çocukken de buradan korkardım. Göğün ağır kayaları birbirine sürtünmeye başladı ve korktum. Yamaca doğru tırmanıp arabama bindim. Gök gürlemeye başladı. Çay bahçelerinden toplanmaya başlanmıştır masa örtüleri. En iyisi Çocuk Bahçesi'nin iç kısmında oturmak. Çantamda birkaç kitap, edebiyat dergileri ve defterim vardı. İyi. Yeşilyöre Köyü yoluna biraz sürüp sağda yüksek dut ağaçlarının bulunduğu meyilli alana girdim, bir U dönüşü ike geldiğim yöne, Maraş'a doğru döndüm. Dut ağaçları bu kez solumdaydı. Bu ağaçların birinden düşmüştü kardeşlerimden biri. Kafasının arkasındaki koca yarık, Maraş devlet hastanesine kadar kanamıştı motorun sepetinde. Allah'ım halen kurtulamıyordum anılarımdan.


Maraş'a giden yoldan birden sola kırıp Önsen, Kurtlar, Cüceli köylerine giden asfalta girdim. Yağmur tek tük serpiştirmeye başladı. Kontrollü bir yükselişle hızını artırdı sonra. Silecekleri çalıştırdım. Yaşlandığımda ağlamak üzere o yalnız yolculuğu ölümsüzleştirmek için cep telefonuma video olarak kaydetmeye başladım.









------------------------------------------------------------------------

Hiç yorum yok: