http://sairlermaras2.blogspot.com.tr/

14 Temmuz 2014 Pazartesi

KAMİL AYDOĞAN


Ozan - Eğitimci.

DOĞUMU: 1956 Maraş'ın Kertmen köyünde  doğdu.
 
ÖĞRENİMİ: İlk, orta ve liseyi doğduğu kentte, 

ÜNİVERSİTE: Yüksek öğrenimini Ankara Gazi Eğitim Fakültesinde tamamladı.


ÇALIŞTIĞI ALANLAR: Öğretmenlik ve üst düzey eğitim yöneticiliği (İzmir ve Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü) yaptı. Çeşitli memur sendikalarında üst düzey yöneticiliklerde bulundu. Yazmaya, ortaokul yıllarında başladı.

YAZI VE ŞİİRLERİNİ: Kelam, Edebiyat, Mavera, İkindi Yazıları gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı.

ESERLERİ:

1. Köy Yazıları / Deneme
2. Yük / Şiir
3. Hayat Kaç Köşeli /Kişisel Gelişim
4. Hayatın Şiire Sığmayan Yüzü / Şiir
5. İçimizin Yıldızları / Yaşantı.

-------------------------------------------------
şiiri

Kırık Şiir

Ben bir Yanık Ömer olsam
Savaş bitse yurduma dönsem.
Yiğit olsam yiğit olsam

Bir deri bir kemik kalsam
Kapında sürünmekten

Güneş çekildi dağlardan
Çocukluğum ve çiğdemlerin çiçek açtığı yerlerdeyim

Kadrolar ve dereceler ve artı göstergeler
Ve sabahın erken saatlerinde sokaklarda çocuk
simitçiler boyacılar ve kaporta çırakları ve
gecenin ilerleyen saatlerinde ansızın yolunuza çıkanlar

Önünüze ansızın çıkanlar
Ve aman dikkat etmelisin
Bu kentte herkese dikkat etmelisin
Ve aman sıfatları söylenmez sus
Burda bazılarına çok dikkat etmelisin

ki hep yalnızsın 
Ve aman konuştuğun bütün sözcüklerin listesidir
imza kartonları üst üste yığılan
sizi arayanların listesidir ve
telefon numaralarıdır aman
ve aman söyleyemediklerinin listesidir
hiçbir zaman, hiçbir kimseye
söyleyemeyeceklerinin listesidir

Gizli dünyalarının listesidir
Sizi arayanların ve emirler verenlerin
Sizi arayanların ve arz-ı hürmet edenlerin
Listesidir

Sizi arayanların ve artı göstergelerin
VE YANLIŞLARININ LİSTESİDİR.

-NE KADAR DA UZUNDUR BUNLARI BANA SÖYLEMEMİŞTİN.-

Çekiştirdiklerinizin listesidir ve ayrıca büyük bir karton kağıt üzerinde altı imzalı, mühürlü okunması kolay olsun diye büyük harflerle yazılmış bir soru bulunmaktadır

---
  
tanışma

kendini tanıyınca ağaçları, kuşları tanırsın
sonbaharları
altın sarısı yaprakları
uzaktan, gelinliğini giymiş kızlara benzeyen
karlar düşmüş dağları
ve karıncaları
ve böcekleri

bulutları
tanırsın

kendini tanıyınca
anneni ve kokusunu fotoğraflara sığmayan
içindeki şiir damlacıklarını karlar gibi savrulan
ve geçen zaman gibi köpüren
acıyı
sevinci

umutları tanırsın

kendini tanıyınca
aşkı tanırsın şarkılar arasında gelip giden
mavi bir hüzün dökülür yüreğinden
kuşlarla ve ırmaklarla anlatırsın
açılan bir mektubu
gülümsersin

karanlığın üzerine doğan ışığı tanırsın

kendini tanıyınca
yağmurlar yağar evlerin saçaklarından
ağlayan bir çocuğun gözleri titrer içinde
tek odalı bir ev girer düşlerine en çok
en çok sen üşürsün
herkes gibi

kendini tanıyınca
eğilir içine bakarsın
aynalarda çoğalır yüzün
çarşılara sığmayan bir ikindiyi paylaşırsın
yosun tutmuş bir ses düşer peşine
ağlarsın
ıslanmaz yüreğin

kendini tanıyınca
her şeyi tanırsın

---

GÜNLÜKLERİ

HATA NOTLARI

Yirmi beş yıldır, hemen hemen hergün günlük yazıyorum. Bu, ömrümün yarısı demektir. Bunu kimden öğrendim, hangi etkiyle başladım hatırlamıyorum ama, yaptığım en doğru işlerden birisi diye düşünüyorum.

Günlük yazmak, hergün kendi fotoğrafını çekip, bu fotoğrafları bir kenarda biriktirmeye benziyor. Sonra da, arada bir çıkarıp bakmak gibi bu fotoğraflara, açıp okuyorsun eski günlüklerini.

“Aaa saçlarım ağarmış” diyorsun.

“O zamanlar ne kadar da gençmişim”diyorsun.

Gülüp geçiyorsun. Acılarına, sevinçlerine gülüyorsun. İhanet edilmişliklerine, ihanet etmişliklerine; iyi işlerine, kötü işlerine; sıkıntılarına, esenliklerine gülüyorsun.
Tümüne birden gülüyorsun hayatın.

Unutulmayan bir şey ya da unutamadığın bir isim kalmışsa geçmişten; bir dost kazınmışsa yüreğine, o zaten sende yaşıyor demektir. Günlüğüne yazmanın ya da yazmamanın fazlaca bir anlamı olmuyor.

Geçenlerde bir dostum sordu:

“Niçin günlük yazıyorsunuz” diye.

Cevap verdim:

“Benim hayatım, zihnimin insiyatifine bırakılmayacak kadar değerlidir. Kendi tarihimi kayıt altına alıyorum.”

Bu cevabım hoşuna gitti ve cebinden çıkardığı bir kağıda not olarak yazdı bu cümleyi.

Hareketli, serüvenlerle dolu bir hayatım oldu.

Sadece somut hayatım değil, zihin dünyam da oldukça karmaşık, girift, savruktu. Hala da öyle. Aslında sadece somut yaşadıklarım ya da zihin dünyam da değil, gönül dünyam da kayan yıldızlar, savrulan karlar gibiydi ve derin, deli fırtınaların yurduydu.

Bunlarla baş etmeye çalıştım; çalışıyorum.

Bazen bir tek gün içinde somut yaşadıklarımı yazıya dökmeye kalksam, sayfalar tutacaktı.
Bazen zihin dünyamda, bazen de gönül dünyamdaki bir tek gün ve hatta bazen de birkaç saat içinde yaşadığım serüvenleri yazıya dökmeye kalksam, hayatım yazmakla geçecekti.

Sabır nedir, direnmek nedir, kendi kendine yenilmek nedir? Öğrendim ki, kendinden başka kimseye yenilmiyorsun.

Bunlarla da baş etmeye çalıştım; çalışıyorum.

Ama bu, ne kadar da zordur, anlatabilsem!

Yaşadıklarımın içinde unutmaya çalıştığım hiçbir şey yok. Hatırlamak istemediğim ne bir kişi var, ne de olay. Çünkü yaşadıklarım bana ait ve onlar benim hazinemdir. Kendi irademle yaşadıklarıma zaten sahip çıkmak zorundayım. İradem dışında yaşadıklarımsa, bana armağan edilmiş acılardır ve baş tacımdır; ne diyebilirim ki?

Günlüklerime yazamadıklarım, yazdıklarımdan çok daha fazla. Ne yazık ki onlara gücüm yetmedi.

Olayları ve düşünceleri sorgulamakta oldukça usta olan zihnim kadar, cesur bir yüreğim olmadı.
Bazen, kocaman bir insanlığın ortak dili, küçük bir utanma duygusuna; küçük bir eleştiri, küçük bir dışlanmışlık, küçük bir ayıplanma duygusuna yenik düşebiliyor.

Sansür, hep başkalarından gelmiyor.
Kendi kendine de en ağırını uyguluyorsun işte.

Oysa ne yaparsan yap, bütün işlediklerin, kalbinden geçenlerle birlikte önüne serilecektir. Bundan kurtuluş yok. Günlük yazmak, bir bakıma itirafıdır da insanın.

“Ah anlatamadıklarım” diyorsan, yorgunsun demektir.

“Ah yaşayamadıklarım” diyorsan, pişmansın demektir.

“Bu gün de böyle geçti; sensiz” diyorsan, yalnızsın demektir.

Yaşadıklarım içinde hatırlamak istemediğim bir şey yok ama, bir çok hatam var. Onlar da bana ait ve o hataları işlememde hiç kimsenin etkisi yok.

Kesin olan şu ki, hayatta tek başınasın ve hesabını da tek başına vereceksin!

Saçların ağaracak ve bir yıldız daha kayacak gökten,

Bir damla daha düşecek gözlerinden.

Ve birkaç içli türkü daha dinleyecek kadar yine dolaşacaksın arabayla, gece yarıları caddelerde,

Ve yine en çok kendini sorgulayacaksın acımasızca,

Ve “yine hata ettim” diye ağlayacaksın kendi kendine hıçkırarak.

Kimbilir.

Günlüğüne yazamayacaksın bunları.

Ve esas günlüklerin oluşacak böylece.

Ve onlar yazılmayacak ama asla silinmeyecek de!

Ve bir gün bir kibrit çöpüyle yaktığın tüm hayatından, işte onlar kalacak geriye.

Pamuk gibi atıldığı güne dağların,

Yıldızların döküldüğü güne,

Ve annelerin kucaklarındaki çocuklarını bıraktıkları güne,

Onlar kalacak.

Herkesin bir günlüğü var, ayrıntılı bir şekilde tutulan.

---

11 Şubat 2005 / İZMİR

Akşamüzeri, Ankara’dan Ali Karaçalı aradı: “Necmettin Gevri ölmüş” dedi.

Bir salon toplantısında, kürsüde Bülbül şiirini okurken kalp krizi geçiriyor ve vefat ediyor.

Nasıl yaşadıysanız, öyle ölüyorsunuz.

Derin bir hüzün çöktü içime.

Geriye ne kaldı ki, yazayım.

Evdeydim.

Salonda dolaşıp durdum.

İzmir, Kahramanmaraş’a çok uzaktı; gitsem, nasıl gidecektim? Gitmesem, içim rahat bırakmıyordu beni.

Düşündüm; hayatla rüya arasında bir fark göremedim. Dün yaşadıklarımızla, dün gece rüyada gördüklerimiz arasında ne fark vardı?

Her ikisi de bozbulanık hatırlanan ve geride kalandı.

Tanıdıklarımız bir rüyaydı; yaşadıklarımız bir rüya. Edindiğimiz mallar ve “mevkiler” bir rüyaydı. Dağlar ve kuşlar da rüyaydı belki.

Hiçbir şey yoktu bu dünyada.

İşin aslına bakarsanız, bu dünya yoktu!

---

14 Mayıs 1992 / ANKARA

Hangisini yazsam?

Yoğun duygular taşıyorum. Bu yoğun duygu seli; bazen boğacak gibi oluyor beni. Necmettin Gevri Kahramanmaraş’tan geldi. Bizim evde kalıyor. Derin sohbetler ediyoruz. Öğleden sonra,

Fatih Yurdakul’u da alarak Işık Dağına çıktık. Bu, aynı zamanda bir özgürlük yolculuğudur.

Arabanın içinde üç kişi, hiçbir sansür ve rol baskısı olmaksızın, kendini yaşamaktır, kendin olmaktır. İçtenlik ve güvendir. Bahar dağları sarmıştır. Dağlar şiire ve şarkıya dönüşmüştür. Dağların gülümseme mevsimidir.

Yeni alınmış 1977 model Renault marka arabamla koşarken dağlara, dağlar da bize doğru koşmaktadır. Birazdan kucaklama başlayacaktır.

Her yer orman ve gök görünmüyor. Yerler çim. Sanki bahçıvan tarafından düzenli olarak sulanan, bakımı yapılan bir park burası. Tek tük kalmış kar kütüklerinin kenarları, sarı çiğdem çiçeklerinin, insan yüreğini ürperten cümbüşüne dönüşmüş. Kar suları çağıldıyor; berraklığın en dokunaklı tonudur belki.

Çiğdemler, öteki çiçekler ve berrak kar suları ve çam ormanları ve çağıldayan hayatın küçük bir yansıması ve işte Necmettin Gevri yerinde duramıyor ve bu ıssızlığın hakkını veriyor ve yüksek sesle Bülbül şiirini okuyor.

“Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin…”

İnanıyorum ki bülbüller, dalların arasında, çalı diplerinde ve bir çiçeğin arkasında ürkek, tedirgin dinlemektedirler bu şiiri.

Birazdan onlar da başlayacaklar şiir okumaya.
Onlar Necmettin Gevri’yi tanıyorlar biliyorum ve belki bizden de iyi tanıyorlar.

Kuşkusuz, kişi sevdiği ile beraberdir.

---

23 Mayıs 1992 / KAHRAMANMARAŞ

Akşamdır.

Durdu Çukur’un bağevinde, dostlarımızla birlikteyiz.

Fatih Yurdakul var Ankara’dan. Necmettin Gevri, yine gönlümüzün sultanı. Mustafa Koyuncu, İsmet Cömert, Nazmi Çekli, daha bir kaç kişi.

Kebaplar pişiyor, çaylar demleniyor.
Mustafa Koyuncu Karacaoğlan’dan türküler çağırıyor. Bazen koroya dönüşüyor, bu. Neşe, hüzün aynı anda yaşanıyor.

İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye

Elifin uğru nakışlı
Yavru balaban bakışlı
Yayla çiçeği kokuşlu
Kokar Elif Elif diye

---

24 Mayıs 1992 Pazar

Fatih Yurdakul ile Kahramanmaraş’tan yola çıktık.

Baharla yolculuk ve dostluk birleşti.

İnsana haz veren ne çok şey var.

Kayseri’ye gelince Erciyes Dağı bizi kendine çağırıyordu. Hiçbir işimiz yok.

Fatih’le ikimiz, Erciyes Dağını keşfe çıktık.

Arabanın çıkabildiği yerlere kadar çıktık; sonra arabayı bırakarak tırmandık; kar kütüklerine ulaştık.

Uzaktan görünen kar kütükleri, kavuşma arzumuzu kamçılıyordu.
Fatih’le ikimiz, uzun bir yolculuğu paylaşacak ve bundan derin hazlar duyacak kadar iyi dostuz.
Bu dostluğa dağları da ortak ediyoruz.

Yolda, uzaktan görünen başka dağlara tırmanma eğilimi de beliriyor içimizde ya, bunu Erciyes’e saklıyoruz.

Herkes ve her konu konuşuluyor aramızda.

Hayatın fotoğrafı çekiliyor bir bakıma ve kendimizde kalıyor.

---

5 Ağustos 1997 / KAHRAMANMARAŞ

Bu gün salıdır.

365 günün belki de en birincisidir.

Gafarlı Köyü böyle bir gece yaşamış mıdır?

İsmet Cömert’in bağevindeyiz.

Mustafa Koyuncu, yerel türkücü Halit Araboğlu’ndan alınan “ben bende değilem bugün” türküsünü içli bir sesle söylüyor.

Nazmi Çekli, Rasim Gül, abim Mehmet Aydoğan mangalla meşguller.

Ekipte bir iki kişi daha var, herkes bir iş yapıyor.

Elektrikler kesik, ay yok, gökyüzü açık; yıldızlar kum gibi kaynıyor.

Türküler, şarkılar artık koro halinde söyleniyor. Koronun sesi Ahır Dağlarının yamaçlarında yankılanıyor.

Murat Taner’i kastederek, (Murat!) diye bağırıyor Necmettin Gevri, yönünü karanlığın boşluğuna dönerek ve avazı çıktığı kadar. Tüylerim diken diken. Necmettin Gevri, gönlünü dostluğun ateşiyle yakıyor. Yanık yüreğinden tüten dumanı hissediyorum; ben de ağlamaklıyım.
Mustafa Koyuncu’nun eli kulağında yine; karanlığa, Ahır Dağlarına, geceye ve sayısız yıldızlara ve tümü de yaralı yüreklerimize sesleniyor.

Gel halimi sorma bana
Ben bende değilem bugün
Nazlı yarim eller aldı
Ben bende değilem bugün

Kimler ağladı kimler güldü
Kimler muradına erdi
Benim nazlımı eller aldı
Ben bende değilem bugün
Gurbet gezdim adım adım
Gözümde kaldı muradım
Tenhalarda çok ağladım
Ben bende değilem bugün



.......................................................................

Hiç yorum yok: