Ozan - Eğitimci.
DOĞUMU: 1956 Maraş'ın Kertmen köyünde doğdu.
ÖĞRENİMİ: İlk, orta
ve liseyi doğduğu kentte,
ÜNİVERSİTE: Yüksek
öğrenimini Ankara Gazi Eğitim Fakültesinde
tamamladı.
YAZI VE ŞİİRLERİNİ:
Kelam, Edebiyat, Mavera, İkindi Yazıları gibi edebiyat dergilerinde
yayımlandı.
ESERLERİ:
1. Köy Yazıları /
Deneme
2. Yük /
Şiir
3. Hayat Kaç Köşeli
/Kişisel Gelişim
4. Hayatın Şiire
Sığmayan Yüzü / Şiir
5. İçimizin
Yıldızları / Yaşantı.
-------------------------------------------------
şiiri
Kırık
Şiir
Ben bir Yanık Ömer
olsam
Savaş bitse yurduma
dönsem.
Yiğit olsam yiğit
olsam
Bir deri bir kemik
kalsam
Kapında
sürünmekten
Güneş çekildi
dağlardan
Çocukluğum ve
çiğdemlerin çiçek açtığı yerlerdeyim
Kadrolar ve dereceler
ve artı göstergeler
Ve sabahın erken
saatlerinde sokaklarda çocuk
simitçiler boyacılar
ve kaporta çırakları ve
gecenin ilerleyen
saatlerinde ansızın yolunuza çıkanlar
Önünüze ansızın
çıkanlar
Ve aman dikkat
etmelisin
Bu kentte herkese
dikkat etmelisin
Ve aman sıfatları
söylenmez sus
Burda bazılarına çok
dikkat etmelisin
ki
hep yalnızsın
Ve aman konuştuğun
bütün sözcüklerin listesidir
imza kartonları üst
üste yığılan
sizi arayanların
listesidir ve
telefon numaralarıdır
aman
ve aman
söyleyemediklerinin listesidir
hiçbir zaman, hiçbir
kimseye
söyleyemeyeceklerinin listesidir
Gizli dünyalarının
listesidir
Sizi arayanların ve
emirler verenlerin
Sizi arayanların ve
arz-ı hürmet edenlerin
Listesidir
Sizi arayanların ve
artı göstergelerin
VE YANLIŞLARININ
LİSTESİDİR.
-NE KADAR DA UZUNDUR
BUNLARI BANA SÖYLEMEMİŞTİN.-
Çekiştirdiklerinizin
listesidir ve ayrıca büyük bir karton kağıt üzerinde altı imzalı, mühürlü
okunması kolay olsun diye büyük harflerle yazılmış bir soru
bulunmaktadır
---
tanışma
kendini tanıyınca
ağaçları, kuşları tanırsın
sonbaharları
altın sarısı
yaprakları
uzaktan, gelinliğini
giymiş kızlara benzeyen
karlar düşmüş
dağları
ve
karıncaları
ve
böcekleri
bulutları
tanırsın
kendini
tanıyınca
anneni ve kokusunu
fotoğraflara sığmayan
içindeki şiir
damlacıklarını karlar gibi savrulan
ve geçen zaman gibi
köpüren
acıyı
sevinci
umutları
tanırsın
kendini
tanıyınca
aşkı tanırsın
şarkılar arasında gelip giden
mavi bir hüzün
dökülür yüreğinden
kuşlarla ve
ırmaklarla anlatırsın
açılan bir
mektubu
gülümsersin
karanlığın üzerine
doğan ışığı tanırsın
kendini
tanıyınca
yağmurlar yağar
evlerin saçaklarından
ağlayan bir çocuğun
gözleri titrer içinde
tek odalı bir ev
girer düşlerine en çok
en çok sen
üşürsün
herkes
gibi
kendini
tanıyınca
eğilir içine
bakarsın
aynalarda çoğalır
yüzün
çarşılara sığmayan
bir ikindiyi paylaşırsın
yosun tutmuş bir ses
düşer peşine
ağlarsın
ıslanmaz
yüreğin
kendini
tanıyınca
her şeyi
tanırsın
---
GÜNLÜKLERİ
HATA NOTLARI
Yirmi beş yıldır,
hemen hemen hergün günlük yazıyorum. Bu, ömrümün yarısı demektir. Bunu kimden
öğrendim, hangi etkiyle başladım hatırlamıyorum ama, yaptığım en doğru işlerden
birisi diye düşünüyorum.
Günlük yazmak, hergün
kendi fotoğrafını çekip, bu fotoğrafları bir kenarda biriktirmeye benziyor.
Sonra da, arada bir çıkarıp bakmak gibi bu fotoğraflara, açıp okuyorsun eski
günlüklerini.
“Aaa saçlarım
ağarmış” diyorsun.
“O zamanlar ne kadar
da gençmişim”diyorsun.
Gülüp geçiyorsun.
Acılarına, sevinçlerine gülüyorsun. İhanet edilmişliklerine, ihanet
etmişliklerine; iyi işlerine, kötü işlerine; sıkıntılarına, esenliklerine
gülüyorsun.
Tümüne birden
gülüyorsun hayatın.
Unutulmayan bir şey
ya da unutamadığın bir isim kalmışsa geçmişten; bir dost kazınmışsa yüreğine, o
zaten sende yaşıyor demektir. Günlüğüne yazmanın ya da yazmamanın fazlaca bir
anlamı olmuyor.
Geçenlerde bir dostum
sordu:
“Niçin günlük
yazıyorsunuz” diye.
Cevap
verdim:
“Benim hayatım,
zihnimin insiyatifine bırakılmayacak kadar değerlidir. Kendi tarihimi kayıt
altına alıyorum.”
Bu cevabım hoşuna
gitti ve cebinden çıkardığı bir kağıda not olarak yazdı bu
cümleyi.
Hareketli,
serüvenlerle dolu bir hayatım oldu.
Sadece somut hayatım
değil, zihin dünyam da oldukça karmaşık, girift, savruktu. Hala da öyle. Aslında
sadece somut yaşadıklarım ya da zihin dünyam da değil, gönül dünyam da kayan
yıldızlar, savrulan karlar gibiydi ve derin, deli fırtınaların
yurduydu.
Bunlarla baş etmeye
çalıştım; çalışıyorum.
Bazen bir tek gün
içinde somut yaşadıklarımı yazıya dökmeye kalksam, sayfalar
tutacaktı.
Bazen zihin dünyamda,
bazen de gönül dünyamdaki bir tek gün ve hatta bazen de birkaç saat içinde
yaşadığım serüvenleri yazıya dökmeye kalksam, hayatım yazmakla
geçecekti.
Sabır nedir, direnmek
nedir, kendi kendine yenilmek nedir? Öğrendim ki, kendinden başka kimseye
yenilmiyorsun.
Bunlarla da baş
etmeye çalıştım; çalışıyorum.
Ama bu, ne kadar da
zordur, anlatabilsem!
Yaşadıklarımın içinde
unutmaya çalıştığım hiçbir şey yok. Hatırlamak istemediğim ne bir kişi var, ne
de olay. Çünkü yaşadıklarım bana ait ve onlar benim hazinemdir. Kendi irademle
yaşadıklarıma zaten sahip çıkmak zorundayım. İradem dışında yaşadıklarımsa, bana
armağan edilmiş acılardır ve baş tacımdır; ne diyebilirim
ki?
Günlüklerime
yazamadıklarım, yazdıklarımdan çok daha fazla. Ne yazık ki onlara gücüm
yetmedi.
Olayları ve
düşünceleri sorgulamakta oldukça usta olan zihnim kadar, cesur bir yüreğim
olmadı.
Bazen, kocaman bir
insanlığın ortak dili, küçük bir utanma duygusuna; küçük bir eleştiri, küçük bir
dışlanmışlık, küçük bir ayıplanma duygusuna yenik
düşebiliyor.
Sansür, hep
başkalarından gelmiyor.
Kendi kendine de en
ağırını uyguluyorsun işte.
Oysa ne yaparsan yap,
bütün işlediklerin, kalbinden geçenlerle birlikte önüne serilecektir. Bundan
kurtuluş yok. Günlük yazmak, bir bakıma itirafıdır da
insanın.
“Ah anlatamadıklarım”
diyorsan, yorgunsun demektir.
“Ah yaşayamadıklarım”
diyorsan, pişmansın demektir.
“Bu gün de böyle
geçti; sensiz” diyorsan, yalnızsın demektir.
Yaşadıklarım içinde
hatırlamak istemediğim bir şey yok ama, bir çok hatam var. Onlar da bana ait ve
o hataları işlememde hiç kimsenin etkisi yok.
Kesin olan şu ki,
hayatta tek başınasın ve hesabını da tek başına
vereceksin!
Saçların ağaracak ve
bir yıldız daha kayacak gökten,
Bir damla daha
düşecek gözlerinden.
Ve birkaç içli türkü
daha dinleyecek kadar yine dolaşacaksın arabayla, gece yarıları
caddelerde,
Ve yine en çok
kendini sorgulayacaksın acımasızca,
Ve “yine hata ettim”
diye ağlayacaksın kendi kendine hıçkırarak.
Kimbilir.
Günlüğüne
yazamayacaksın bunları.
Ve esas günlüklerin
oluşacak böylece.
Ve onlar yazılmayacak
ama asla silinmeyecek de!
Ve bir gün bir kibrit
çöpüyle yaktığın tüm hayatından, işte onlar kalacak
geriye.
Pamuk gibi atıldığı
güne dağların,
Yıldızların döküldüğü
güne,
Ve annelerin
kucaklarındaki çocuklarını bıraktıkları güne,
Onlar
kalacak.
Herkesin bir günlüğü
var, ayrıntılı bir şekilde tutulan.
---
11 Şubat 2005 /
İZMİR
Akşamüzeri,
Ankara’dan Ali Karaçalı aradı: “Necmettin Gevri ölmüş”
dedi.
Bir salon
toplantısında, kürsüde Bülbül şiirini okurken kalp krizi geçiriyor
ve vefat ediyor.
Nasıl yaşadıysanız,
öyle ölüyorsunuz.
Derin bir hüzün çöktü
içime.
Geriye ne kaldı ki,
yazayım.
Evdeydim.
Salonda dolaşıp
durdum.
İzmir,
Kahramanmaraş’a çok uzaktı; gitsem, nasıl gidecektim? Gitmesem, içim rahat
bırakmıyordu beni.
Düşündüm; hayatla
rüya arasında bir fark göremedim. Dün yaşadıklarımızla, dün gece rüyada
gördüklerimiz arasında ne fark vardı?
Her ikisi de
bozbulanık hatırlanan ve geride kalandı.
Tanıdıklarımız bir
rüyaydı; yaşadıklarımız bir rüya. Edindiğimiz mallar ve “mevkiler” bir rüyaydı.
Dağlar ve kuşlar da rüyaydı belki.
Hiçbir şey yoktu bu
dünyada.
İşin aslına
bakarsanız, bu dünya yoktu!
---
14 Mayıs 1992 /
ANKARA
Hangisini
yazsam?
Yoğun duygular
taşıyorum. Bu yoğun duygu seli; bazen boğacak gibi oluyor beni. Necmettin Gevri
Kahramanmaraş’tan geldi. Bizim evde kalıyor. Derin sohbetler ediyoruz. Öğleden
sonra,
Fatih Yurdakul’u da
alarak Işık Dağına çıktık. Bu, aynı zamanda bir özgürlük
yolculuğudur.
Arabanın içinde üç
kişi, hiçbir sansür ve rol baskısı olmaksızın, kendini yaşamaktır, kendin
olmaktır. İçtenlik ve güvendir. Bahar dağları sarmıştır. Dağlar şiire ve şarkıya
dönüşmüştür. Dağların gülümseme mevsimidir.
Yeni alınmış 1977
model Renault marka arabamla koşarken dağlara, dağlar da bize doğru koşmaktadır.
Birazdan kucaklama başlayacaktır.
Her yer orman ve gök
görünmüyor. Yerler çim. Sanki bahçıvan tarafından düzenli olarak sulanan, bakımı
yapılan bir park burası. Tek tük kalmış kar kütüklerinin kenarları, sarı çiğdem
çiçeklerinin, insan yüreğini ürperten cümbüşüne dönüşmüş. Kar suları çağıldıyor;
berraklığın en dokunaklı tonudur belki.
Çiğdemler, öteki
çiçekler ve berrak kar suları ve çam ormanları ve çağıldayan hayatın küçük bir
yansıması ve işte Necmettin Gevri yerinde duramıyor ve bu ıssızlığın hakkını
veriyor ve yüksek sesle Bülbül şiirini okuyor.
“Eşin var, aşiyanın
var, baharın var ki beklerdin…”
İnanıyorum ki
bülbüller, dalların arasında, çalı diplerinde ve bir çiçeğin arkasında ürkek,
tedirgin dinlemektedirler bu şiiri.
Birazdan onlar da
başlayacaklar şiir okumaya.
Onlar Necmettin
Gevri’yi tanıyorlar biliyorum ve belki bizden de iyi
tanıyorlar.
Kuşkusuz, kişi
sevdiği ile beraberdir.
---
23 Mayıs 1992 /
KAHRAMANMARAŞ
Akşamdır.
Durdu Çukur’un
bağevinde, dostlarımızla birlikteyiz.
Fatih Yurdakul var
Ankara’dan. Necmettin Gevri, yine gönlümüzün sultanı. Mustafa Koyuncu, İsmet
Cömert, Nazmi Çekli, daha bir kaç kişi.
Kebaplar pişiyor,
çaylar demleniyor.
Mustafa Koyuncu
Karacaoğlan’dan türküler çağırıyor. Bazen koroya dönüşüyor, bu. Neşe, hüzün aynı
anda yaşanıyor.
İncecikten bir kar
yağar
Tozar Elif Elif
diye
Deli gönül abdal
olmuş
Gezer Elif Elif
diye
Elifin uğru
nakışlı
Yavru balaban
bakışlı
Yayla çiçeği
kokuşlu
Kokar Elif Elif
diye
---
24 Mayıs 1992
Pazar
Fatih Yurdakul ile
Kahramanmaraş’tan yola çıktık.
Baharla yolculuk ve
dostluk birleşti.
İnsana haz veren ne
çok şey var.
Kayseri’ye gelince
Erciyes Dağı bizi kendine çağırıyordu. Hiçbir işimiz
yok.
Fatih’le ikimiz,
Erciyes Dağını keşfe çıktık.
Arabanın çıkabildiği
yerlere kadar çıktık; sonra arabayı bırakarak tırmandık; kar kütüklerine
ulaştık.
Uzaktan görünen kar
kütükleri, kavuşma arzumuzu kamçılıyordu.
Fatih’le ikimiz, uzun
bir yolculuğu paylaşacak ve bundan derin hazlar duyacak kadar iyi
dostuz.
Bu dostluğa dağları
da ortak ediyoruz.
Yolda, uzaktan
görünen başka dağlara tırmanma eğilimi de beliriyor içimizde ya, bunu Erciyes’e
saklıyoruz.
Herkes ve her konu
konuşuluyor aramızda.
Hayatın fotoğrafı
çekiliyor bir bakıma ve kendimizde kalıyor.
---
5 Ağustos 1997 /
KAHRAMANMARAŞ
Bu gün
salıdır.
365 günün belki de en
birincisidir.
Gafarlı Köyü böyle
bir gece yaşamış mıdır?
İsmet Cömert’in
bağevindeyiz.
Mustafa Koyuncu,
yerel türkücü Halit Araboğlu’ndan alınan “ben bende değilem bugün” türküsünü
içli bir sesle söylüyor.
Nazmi Çekli, Rasim
Gül, abim Mehmet Aydoğan mangalla meşguller.
Ekipte bir iki kişi
daha var, herkes bir iş yapıyor.
Elektrikler kesik, ay
yok, gökyüzü açık; yıldızlar kum gibi kaynıyor.
Türküler, şarkılar
artık koro halinde söyleniyor. Koronun sesi Ahır Dağlarının yamaçlarında
yankılanıyor.
Murat Taner’i
kastederek, (Murat!) diye bağırıyor Necmettin Gevri, yönünü karanlığın boşluğuna
dönerek ve avazı çıktığı kadar. Tüylerim diken diken. Necmettin Gevri, gönlünü
dostluğun ateşiyle yakıyor. Yanık yüreğinden tüten dumanı hissediyorum; ben de
ağlamaklıyım.
Mustafa Koyuncu’nun
eli kulağında yine; karanlığa, Ahır Dağlarına, geceye ve sayısız yıldızlara ve
tümü de yaralı yüreklerimize sesleniyor.
Gel halimi sorma
bana
Ben bende değilem
bugün
Nazlı yarim eller
aldı
Ben bende değilem
bugün
Kimler ağladı kimler
güldü
Kimler muradına
erdi
Benim nazlımı eller
aldı
Ben bende değilem
bugün
Gurbet gezdim adım
adım
Gözümde kaldı
muradım
Tenhalarda çok
ağladım
Ben bende değilem
bugün
.......................................................................
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder