http://sairlermaras2.blogspot.com.tr/

16 Temmuz 2014 Çarşamba

BAYAZITOĞLU MUHARREM


KİMDİR: Milli Mücadele Kahramanı.
a.    Çanakkale Savaşı,
b.    Maraş Savunması,
c.    Antep Savunması
d.    Sakarya Savaşlarının kahramanlarından.

Çanakkale Savaşı sonrası, (Maraş Savunması başlamadan)  İstanbul’da Halide Nusret Zorlutuna ile nişan yaptı ise de memleketinin işgali nedeniyle Maraş’a döndüğünden nişan bozuldu.

------------------------------------------------------

DOĞUMU: 1898 Yılında Maraş’ta doğdu.

SOYU: Bayazıtoğullarının Ahmet Paşa kolundandır. Hakkı Bayazıt ile Maraş’ın tanınmış ailesi olan Emirmahmutoğullarından Hacer Hatunun oğludur.

ÖĞRENİMİ
İLKÖĞRETİM:   İlk tahsilini Maraş’ta, sultani tahsilini İstanbul’da, amcası Bayazıtoğlu Hüseyin’in gözetiminde tamamladı.

YÜKSEK ÖĞRETİM: İstanbul Halkalı Ziraat Mektebinde  (1)  okurken Çanakkale Savaşı başladı. Yaşdaşları gibi silâhaltına alınarak eğitim verildi.

ÇANAKKALE’DE:  Mülazım-evvel (asteğmen) olarak cepheye gitti. Helles ve Suvla Cephesindeki yararlıkları dolayısıyla teğmen rütbesiyle Bölük Kumandanlığına yükseldi.

ZOR GÜNLER: Helles ve Suvla cephesinde zor günler bekliyordu kahramanı. O, hem cesur bir asker, hem de fırsat buldukça yazma ve okuma yaşamını sürdürüyordu. İşte bu sırada İstanbul’da yayınlanan bir gazetede bir yazı ilişti gözüne. Yazı dikkatini çekti. Sonraları, kadın ozan ve yazarların anası unvanını alacak olan (ama şimdilerde lise öğrencisi olan) Halide Nusret Zorlutana’nın bir yazısıydı bu. Okullar arası yarışmalarda 1. lik alan bu yazı düşündürdü cesur askeri. Cesur asker, ilerleyen günlerde bu hanım kızın yayınlanan yazılarını okudu. İşte bundan sonra zor olan başladı.

BÜYÜK YAZAR
HALİDE  NUSRET 
ZORLUTUNA İLE NİŞANLANDI

Çanakkale Savaşı sonrası İstanbul’da Halide Nusret Zorlutuna ile nişan yaptı ise de memleketinin işgali ile Maraş’a döndüğünden nişan bozuldu.(2)

ÇANAKKALE’NİN AÇ TOPRAKLARI

“Çanakkale’nin aydın Türk çocuklarını yutmakta olan aç toprakları, nasılsa bu aslan yapılı, duygulu, kültürlü çocuğu yutmaya kıyamamıştır.(3)”

PAYLAŞTILAR: Çanakkale Savaşı sonrası İstanbul’da, Maraş’ın Fransızların payına düştüğünü duyunca Maraş’a geldi. İngilizler, anlaşma gereği,  bazı Anadolu illeri ile beraber Maraş’ı Fransızlara bırakarak petrol bölgelerine doğru gittiler. 

KONAKTAKİ TOPLANTI:  Çanakkale’den hızını alamadan dönen genç subayın, resmi elbisesiyle amcası A. Kadir Paşa’nın Konağındaki toplantılara katıldığını bilmekteyiz.
Amcasının oğlu Zafer’le birlikte Bertiz’e gönderildi. Görevi:  Bertiz’de çete oluşturmaktı.

ÖRGÜT KURDU: Çete örgütü kurmak, o günkü şartlar altında hiç te kolay değildi. Bu iki genç  (söz konusu gençler: Bayazıtoğlu Muharrem ve Bayazıtoğlu
Zafer) Bertiz’e gönderildi. Bertiz çetelerinden oluşan 400 kişilik bir gönüllü ordu oluşturdular(4).

Fransız Birliklerini Bababurun’da (5) karşılayarak onları bozguna uğrattı.

Maraş Milli Mücadelesinin her safhasında görev aldı.

ANTEP’E YARDIM: Maraş’ın Kurtuluşundan sonra çeteleriyle birlikte Antep Savunmasına katıldı.

YARALANDI: Antep’ten sonra Sakarya Meydan Savaşına katıldı. Ağır bir şekilde yaralanarak hastaneye kaldırıldı.
  
EDEBİ YAŞAMI

Cephede bile edebi dergileri okudu, yazdı.
“Hatta son zamanlarda benim şiirime cevap olarak bir şiir yazmıştı. Gerçekten böyle bir şiir benim dikkatimi çekmişti.
Kısa bir zaman sonra, bu gencecik yedek subay, şimdi adını unutmuş olduğum bir dergiden adresimi öğrenip, bana bir mektup göndermişti. Adresim de zaten pek kısacıktı. –Göztepe İstanbul Halide Nusret- yazınca gelirdi mektuplarım.
Cepheden gelen ve son derece güzel, içli mektubu ciddiye aldım ve kutsal bir şey gibi belki ciddiye almaz diye anneme bile göstermeden sakladım. — Bir Devrin Romanı- Halide Nusret Zorlutuna.” 
  
KİŞİLİĞİ: Soylu, köklü bir aileye mensup, ağırbaşlı. 

“Bu genç adam, kızları istasyonda görüp, onlara bir bakışta vurulan takımdan değildi. Benim yazılarımı, talebe yarışmasına girip, birinciliği kazandığı günden beri okuyordu. – Halide Nusret Z. ”

ÖDÜL: İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi ve aylık bağlandı.

KAHRAMAN SAVAŞÇI

Çoğu zaman geçmişle, geçmişte yapılanlarla övünürüz.

“O gitti. Memleketine gitti. Bir daha kendisini göremedim. Yalnız memleketinin Kurtuluş Savaşında
(Maraş’ın Kurtuluş Savaşı) büyük yararlıklar, olağanüstü kahramanlıklar gösterdiğini haber aldım.  Hiç te hakkım olmadığı halde, gizli gizli onunla iftihar ettim.
Evet, onunla iftihar etmek elbette hakkım değildi. Çünkü O, İstanbul’dan ayrılır ayrılmaz annem, çok sevdiğim pırıl pırıl alyanslarımı parmağımdan çıkarmış, nişan sepetinde gelen öteki hediyelerle birlikte “M.”in ailesine geri göndermiş, beni onlara vermeyeceğini – amcamın aracılığı ile – kesin olarak bildirmişti.
Kahraman “M” (Maraş) Vilayetinin Kahraman Savaşçısı  “M” (Muharrem), o, büyük işleri yaptığı zaman benim nişanlım degildi ki, ama… Belki de hala beni seviyordu— Bir Devrin Romanı- Halide Nusret Zorlutuna.” 


ÖLÜMÜ:  1939 Yılında vefat etti(6).

------------------------------------------------------------------------

AÇIKLAMA

 (1)  İstanbul Halkalı Ziraat Mektebinde okurken (Bazı kaynaklar: - Bursa Ziraat Mektebi.- diye bahseder.) Silâhaltına alınıp Çanakkale Savaşlarına katılan Bayazıtoğlu Muharrem ve Galatasaray Sultanisinde okurken İstanbul’un işgali dolayısıyla öğrenimine ara vermek zorunda kalan Mahmut Arifi Paşanın oğlu Zafer, Bertiz Çetelerini Örgütlemek için görevlendirildiler.
(2) Kendi soyundan gelen araştırmacı yazar Bekir Sami Bayazıt’ın, konu ile izlenimleri şöyle: “İstanbul’da bir gazetede yayınlanan büyük yazar Halide Nusret Zorlutuna Hanım Efendinin bir yazısından dolayı Halide Hanım’a karşı içerisinde gıyabi bir sevgi, sevgiden öte gıyabi bir aşk duygusu başlamıştır. Çanakkale’de bu hissini açacak, derdini dökecek tek kişi,  Çanakkale Savaşlarının kahramanlarından amcazadesi Yarbay Kerim Bayazıt’tır. Zaman buldukça, Kerim Beyle bağlantı kurdu ve duygularını güzel bir şekilde Kerim Beye açtı. Yarbay’dan aldığı cevap, yeğeni Muharrem’i sevindirdi ve çoşturdu.
Bir akşam Yarbay: ‘Mert ve cesur yeğenim, (aslında amcaoğulları ama arada yaş farkı olduğundan yeğenim, diyor.) arzularını İstanbul’a ilettim. Halide Hanıma görücü gidecekler. İlk fırsatta sana da izin alarak İstanbul’a gitmeni ve Halide Hanımı görmeni sağlayacağım.’

(3) “Güneydoğudaki tarihi vilayetlerimizin birinde, soylu, köklü bir aileye mensup bir çocuk ki, İstanbul’da lise öğrenimi görmekte iken, birçok emsali gibi okul sıralarından toplanıp, acele bir eğitimden sonra Çanakkale’ye sevkedilmiş, Çanakkale’nin aydın Türk çocuklarını yutmakta olan aç toprakları, nasılsa bu aslan yapılı, duygulu, kültürlü çocuğu yutmaya kıyamamıştır. – Halide Nusret Zorlutuna”

-----

(4) Genç yaşta İstanbul’a öğrenime giden bu gençler Bertiz halkını yakinen tanımıyorlardı. Daha Maraş Müdafi Hukuk Cemiyeti bile örgütlenmemişti. Ama Bayazıtoğlu Muharrem ve Bayazıtoğlu Zafer
Bertiz Köylerinde, kısa zamanda örgütlenmelerini tamamladılar.
Maraş’ta İttihat ve Terakki Partisi ile İtilaf ve Hürriyet Partisi arasında çekişmeler alabildiğine sürüyordu.  31 Ekim 1919’da Sütçü İmam olayı olmuş, ilk kurşunu atan Sütçü İmam,  (Fransız-Ermeni askerlerince arandığından) aynı gün Bertiz’in Ağabeyli köyündeki Bayazıtoğlu Muharrem’in yanına gitmişti.

BAYAZITOĞLU 
MUHARREM VE ZAFER
NASIL ÖRGÜTLENDİ

Halkları bilinçlendirmek, onlardan çeteler oluşturmakla iş bitmiyor. Yedirmek-içirmek, barındırmak, silahlandırmak, savaşmaya hazır hale getirerek örgütlemek… Vs. o günkü şartlar altında hiç te kolay değildi. Peki, bu iki genci Bertiz’e gönderen ve finanse eden, KİMDİ? diye sorulsa,

"Maraş - Fransız Savaşı süresince, her gün Konağında iki bin beş yüz kişiye yemek veren A. KadirPaşa idi.” Deriz.

A. Kadir Paşa, aynı zamanda Bayazıtoğullarının Başkanı idi.

Abdulkadir Paşanın düşüncesi ve oluru alınmadan hiçbir Bayazıtlı hareket edemezdi.

Bayazıtoğlu Muharrem ve Zafer'in örgütlendirdiği Bertiz Birliği, Bababurun'dan sonra Maraş Savaşı başlar başlamaz, Maraş’ın kuzey ve kuzey batısındaki noktaları tutacak, Elbistan ve Göksun yollarını kapatacak, haberleşmeyi temin edecek ve elden geldiği kadar Kolej ve Kışladaki düşman kuvvetlerini taciz ederek, düşmanın dikkatini kuzeye çekecek ve şehir üzerindeki baskıyı hafifletecekti.

----

(5) Maraş Harbinde Fransızlara karşı ilk silahlı Mücadele Bababurun’da:

1.    Bayazıtoğlu Muharrem,
2.    Bayazıtoğlu Zafer,
3.    Hacı Yasinoğlu,

BABABURUN NERDE
Bababurun; Maraş Merkez ilçeye yaklaşık otuz, Antep’in Nurdağı ilçesine on, Türkoğlu ilçesine bağlı Beyoğlu Beldesi sınırları içerisinde, Devlet Üretme Çiftliğinin hemen karşısında, eskiden bataklık olup geçilmesi çok güç olan doğal bir müstahkem mevki durumunda idi. Adana İskenderun, Antep ve havalisini işgal eden Fransızların askeri güç ve ağırlıklarının iç Anadolu’ya sevk edileceği tek geçit ve güzergâhtı.

5 Ocakta Ceceli köyünü yakıp yıkan Fransız-Ermeni Kuvvetleri, Maraş’a giremediklerinden yeniden Antep’e döndüler. Fransızların devamlı takviye salması üzerine yolu kapamak gerekince o bölgede bulunan Bayazıtoğlu Muharrem ve amcası oğlu Zafer ile Muallim Hayrullah’a Türkoğlu -  Maraş yolunun kapatılması emri verilir. Dehlizde bulunan Yakup Hamdi Müfrezesi, Atmalı Aşiret Kuvvetleri ile birlikte Bababurun’a kaydırılır. Bu hazırlıklar yapılırken, Fransızların bir taburunun İslâhiye’den gelmekte olduğu görülür. Derhal Bayazıtoğlu Muharrem ve Zafer komutasındaki Milli Kuvvetler taarruza geçerler. Fakat Fransızlar Türkoğlu’na girdiklerinden pek bir başarı sağlayamazlar.

Ceceli’deki MuallimHayrullah,  Fransız öncüleri ile çatışmaya başlar. Makineli tüfek atışları Türk kuvvetlerini çok zor duruma soktuğundan müfrezenin maneviyatını düzeltmek için yüksek bir kaya üzerine çıkan Muallim Hayrullah, sağ kasığından yaralanır. Bunun üzerine Milli Kuvvetler geri çekilirler. Ama…  Bayazıtoğlu Muharrem ve Zafer düşmanı kuşatarak çaresiz bırakırlar.

-----------------------------------------------------------------------

BİR DEVRİN 
ROMANINDAN ALINTI

Adının “M” (Muharrem), soyadının “B” (Bayazıtoğlu)
—gerçi o tarihlerde herkesin soyadı yoktu ama bazı ailelerin vardı.- olduğunu mektubundan öğrendiğim bu genç;  yine mektubunda anlattığı gibi, kısa zaman içinde - herhalde izinli olarak – İstanbul’a gelmiş; orada bulunan erkek ve kadın akrabalarını, hemşerilerini seferber ederek, beyleri, amcam Süleyman Tevfik Bey’e, hanımları da anneme göndererek beni resmen onlardan istetmişti. Merhum Mahmut Paşanın hanımı, “M” nin Halası, Albay Abdülkerim’in hanımı da halazadesiydi. Pek kibar hanımefendilerdi. Daha birçok hanım efedendiler vardı, geldikleri zaman birkaç araba dolusu geliyorlardı.
  
Annemin nazlanmalarına, daha doğrusu nazlanma değil de, nazikâne retlerine aldırmıyorlar, onlar da aynı nezaketle bir itirazına on karşılık bulup diretiyorlardı. Bu ara “M” i de getirip annemle de tanıştırdılar. Ben de gelişini, gidişini pencereden seyrettim. Daha evvel de sokakta birkaç kez -tabii, hazırlanmış tesadüflerle-  karşılaşmış, fakat selamlaşmadan birbirimizin yanından geçip gitmiştik. Bu arada onun güzel mektupları bana her gün geliyordu,  ben henüz cevap verecek cesareti kendimde bulamıyordum.

Nihayet bir gün anacığımın sabrı tükendi, kendi kendine:
“Vermeyeceğim efendim, vermeyeceğim. Zorla olur mu böyle şey? diye haykırdı. Sonra kardeşim İsmet’in dadısı Hatice Hanımı muhatap tutarak söylenmeye devam etti:
“Adını ancak haritada gördüğüm, memleketin bir ucunda bir vilayet. Sözde kızı oralara götüremezlermiş; İstanbul’da kalacakmışız! Doğru mu söylüyorlar, yalan mı ben ne bileyim…?  Kızı alıncaya kadar  her şeye “peki” diyecekler tabii. Sonra ne olacak…?  Ben onlarla baş edebilir miyim?

Zavallı Hatice Hanımcık, annemi kandırmak için dilinin döndüğü kadar bir şeyler söylüyordu;  fakat annemin kulağına girmiyordu. O sene mektebi dolayısıyla bizim evde misafir kalan Adapazarılı arkadaşım Hamiyet de bir şeyler söylemek istedi, fakat annem onu da bayağı tersledi:

“Sen sus Hamiyet, kızların böyle şeylere aklı ermez dedi, ben ağzımı bile açamıyordum ama yüreğim küt küt çarpıyordu. O ara annemin aklına gelip de benim fikrimi sorsaydı acaba onu ikna edecek sözler bulup söyleyebilir miydim…?  Hiç zannetmiyorum… Zira annemin: “Memleketin bir ucuna alıp götürecekler!” demesi beni hayli ürkütmüştü. Anneme bunu bilmiş gibi bu konu üzerinde durdu;

“Aldıktan sonra belki bana bile gösteremezler… Ben Nusret’siz ne yaparım? … Yavrum daha çocuk sayılır. O bensiz ne yapar, o garip memleketlerde? Yabancı insanlar arasında…? Ben genç yaşta Halep’e gelin gittim, bilirim o acıyı. Ama benim anneciğim vefat etmişti, sahipsizdim. Halalarım verdiler beni. “

Bir an sustu. Sonra azimli bir sesle:

 “Hatice Hanım, çabuk çarşafımı getir, ben ağabeyime gidiyorum. Zaten bunları başıma o musallat etti. Vermiyorum vesselam. Bir daha o hanımları üstüme göndermesin!”

Ağabeyim!  Dediği, amcam Süleyman Tevfik Bey’di. Beyler amcamı iyece kandırmışlardı, o da annemi kandırmaya çalışıyordu ama nafile! Muvaffak olamamıştı, işte annem kesin ret cevabın vermeye koşuyordu. Benim gözlerimde yaş yoktu ama içim ağlıyordu. Kendi kendime; “Acaba onu seviyor muyum…? Aşk dedikleri bu mudur yoksa…?” diye soruyordum, yine de aşkın büsbütün başka, harikulade bir şey olacağına inanıyordum.
Annem çarşaflandı, çıkıp gitti. Arkasından Hatice Hanım da, Hamiyet de açtılar ağızlarını, yumdular gözlerini:

“Sen ne biçim kızsın? Senin ağzında dilin yok mu?  Ben istiyorum çocuğu desene!”
Güldüm:
“Bana soran var mı ki Hamiyet’çiğim…?”

“Hâlbuki sorulması gereken tek kişi varsa o da sensin. Yazık değil mi elalemin evladına?”

“Ne olmuş elalemin evladına…? “
“Aman kardeşim, Allah aşkına bir de sen zıddına basıp durma! Çocuk deli divane oluyor senin için ayıl. (ayol olsa gerek) Mektuplarını beraber okuyoruz! Her cümlesinden samimiyet fışkırıyor. Ayıp, günah vallahi! Ben sana bir şey söylemeyim mi…?  Sen geçen asrın başlarında yaşayan bir kızsın, hiç darılma gücenme!

“Ama sen de pekâlâ bilirsin ki, benim annem her anneye benzemez. Rahmetli babacığım bir müebbet kürek mahkûmu olarak Sinop Zindanında çile doldururken annem bana hem analık, hem babalık, hem hocalık etti ve bana bir gün mahrumiyet yüzü göstermedi. Benim anam anaların şahıdır Hamiyet.”

Bu sefer Hatice Hanım söze karıştı:
“Eh, öyleyse sen de evlenmezsin küçük hanım, oturur annenin başını beklersin, olur biter… Zaten Hanımefendi’nin istediği de bu. Görürsün Hamiyet Hanım. Evlendirmez bu kızı anası.”
Biz böyle hararetli bir münakaşaya tutuşmuş iken evin önünden geçen tenha caddede nal şakırtıları duyuldu ve bizim kapıda faytonlar durdu. Hepimiz pencereye koştuk.  Aman Yarabbi!  Onlardı. (M) ‘in akrabaları… Ne yapacaktık şimdi? Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu adeta. Hamiyet beni kolumdan tutup odamın kapısından içeri itti.

“Çabuk, arkana bir şey giy, saçlarını topuz yap!”

Ve kendi, misafirleri karşılamak üzere Hatice Hanımla beraber alt kata indi. Az sonra merdivenlerden gürültü ile çıkıp misafir odasına girdiklerini duydum.

Ben de kendime biraz çeki düzen verdikten, yani -bugün gibi hatırlıyorum - mavi ipek bir buluzla, siyah bir etek giyip, iki saç örgümü de kulaklarımın üzerinde iki topuz yaptıktan sonra süklüm püklüm misafir odasına gittim, ihtiyarların elini öptüm, gençlerin ellerini sıktım ve hepsini, her zamankinden daha şık olduklarını, daha çok mücevher takmış bulunduklarını hemen fark ettim. Odanın ortasındaki masanın mermeri üstünde de kocaman bir paket duruyordu.

“Bugün bizim geleceğimizi amcanız beyefendi haber vermemiş miydi?” dediler.
 “Hayır efendim, dedim ezilip büzülerek, hiç haberimiz yoktu. Annem de bey amcamı görmeğe gitti. “

Sıkıntılı bir sükût çöktü odaya. Kimse ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Az sonra Mahmut Paşanın hanımı namaz kılmak istedi. Koşup yukarıdan, işlemeli bir misafir seccadesi indirdim; ipek başörtü akik tespih hepsi tamamdı.

Birkaç yaşlı hanımefendi oturma odasında namazlarını kılıp misafir odasına geldiler. Ben Hatice hanımın hazırladığı kahveleri dağıtırken içimden hep annemi çabuk dönmesi için Allah’a yalvarıyor, adaklar adıyordum.
Derken kapının zili bir müjde çığlığı gibi öttü kulaklarımda. Annem gelmişti. Evimizin misafirlerle dolu olduğunu Amcamdan duyunca bir dakika durmadan dönmüştü. Bununla beraber, rahmetli amcacığım onu bir hayli kandırmıştı. Çünkü hanımlar, “nişan takmaya” geldiklerini söyledikleri  zaman itiraz etmedi. Suratı bir hayli asıktı ama, kaderine razı olmuş gibi bir hali de vardı.

Mermer masa üstündeki paket açıldı: Zengin bir nişan sepeti. Elmas yüzüklerden, altın bileziklerden tutun da, o zaman pek moda olan revdor lavantalarına kadar.

Mahmut Paşanın o nur yüzlü hanımı, önce yürekten bir Bismillah çekerek parmağıma pırıl pılır bir alyans geçirdi, dualar etti. Kalbim deli deli çarpıyordu; kendimi rüyada sanıyordum.      

DENİZ KIYISINDA İLK VE SON BULUŞMA

(M) Bey’le birkaç ay nişanlı kaldık. O zamanlar malum, kaçgöç vardı; nişanlılar birbiriyle konuşup görüşemez, beraber gezip tozamazlardı. Gerçi o zamanda, -hatta nişanlı olmadan da - buluşup görüşenler vardı ama bizim aileye göre değildi böyle şeyler. Biz bol bol mektuplaşıyorduk. Nişanlım, bazen annemi ziyaret için evimize geliyordu. Annemin bu ziyaretleri istemesinin tek sebebi; onu konuşturup anlamak; görgüsü, bilgisi hakkında bir fikir edinmekti. Yani çocukcağız farkında olarak veya olmayarak imtihan verip duruyordu. Bu arda da biz yine, odadan odaya mektuplaşıyorduk. Postacımız da minicik kardeşim İsmet’ti.

Nihayet annem düğün için gidip memleketten annesini babasını getirmesi hususunda (M) Bey’i ikna etti;  (M)’ de gitmeden önce benimle bir kerecik görüşmek için beni, benden fazla da Hatice Hanımı kandırdı ve Cadde Bostan’ın o zamanlar pek tenha olan kıyılarında bir akşamüstü üçümüz buluştuk: (M), ben Hatice Hanım! O gün ablamın - amcam kızının - son moda tayyörlerini giymiştim. Tayyör ama tabii, üstünde çarşaf pelerin ve peçe. Ayaklarımda dizlerime kadar - çarşafımın örneği - gri botlar. Pek şıktım. Ablamların köşkü sahile yakındı. Tarifi imkansız korkular, çarpıntılar, kararsızlıklar içinde ikide bir geri dönmeye niyetlenerek, gideceğimiz yere vardık. Nişanlım gelmiş bekliyordu. Hâlbuki ben içimden gelmemiş olmasını temenni ediyordum. Gelmemiş olsaydı hemen dönüp kaçacaktım. Bir daha da böyle delice işlere kalkmayacaktım.

Fakat olan olmuştu. (M)’de büyük bir heyecan içinde, şaşkın ve mutlu, bizi karşıladı. Teşekkür ediyor bir şeyler söylüyordu.  Hatice Hanım deniz kıyısına doğru yürüyüp sözde bizi yalnız bıraktı. Ben bir kayanın üstüne iliştim, (M)’de dizlerimin dibine kumlara oturdu. Güzel gri botlarımı öptü. Soylu Anadolu çocuğu tir tir titreyerek bir şeyler söylüyordu. Ben kulaklarımın uğultusundan, yüreğimin çırpıntısından duyamıyor, anlayamıyordum. Bir ara başını dizime dayadı ve galiba ağladı. O aralık içimden geçirdim: “Tıpkı romanlarındaki gibi!”  sonra elimi başına değdirerek:

“Gidelim artık, dedim, ortalık kararacak nerdeyse. Size hayırlı yolculuklar dilerim.”

Hemen kalktı, beni elerimden tutarak kayadan indirdi. Evvela ellerimi sonra da çarşafım ve peçenin üstünden alnımı öptü. Ayrıldık.

(6) İnsan böylesine ünlü bir savaşçının sonunu düşünmeden edemiyor. Yaşanan bu aşk hikâyesini, kadın ozanların ve yazarların anasının romanlaştırarak adını: ‘Bir Devrin Romanı’ olarak belirlediği bu  hikâyenin sonu nasıl bitiyor acaba, diyor.
Bayazıtoğlu Muharrem’in Aşk hikâyesini (gerçek) Kadın Kahramanının ağzından dinleyelim:

“ … Bu ufacık gönül hikâyesinin sonu gerçekten acıdır. Ve ben, bu acı sonucu iki çocuk annesi olduktan sonra öğrendim.
*
Yirmi yıl ondan hiç haber alamamıştım. Yaşamımda bir bahar rüzgârı gibi gelip geçmiş olan ‘M’(Muharrem)‘ i çoktan unutmuştum. Günün birinde okulda, öğle istirahatında öğretmenler odasında otururken, bir öğretmen arkadaşım yanıma geldi. Sıkılarak: Bir görevi yerine getirmek için sizi rahatsız etmeye mecburum Halide Hanım, dedi.
Sonra elindeki zarfı bana uzatarak sözünü sürdürdü:
Ben bu görevi bir arkadaştan devr aldım. Kendisi sizi tanımıyor, gelmeye cesaret edemedi.
Zarfın içine baktım: Nişanlı bulunduğum sırada “M…” ye göndermiş olduğum çarşaflı ve alyanslı bir fotoğrafla yıpranmış birkaç mektup.
Arkadaşım bir yükten kurtulmak istercesine acele ediyordu.
“Bir ölünün son arzusu bu.”
Diye söze başladı ve çabuk çabuk konuyu özetleyip anlattı. Hiçbir titreme, hiçbir kırgınlık anlatımı yoktu, ne sesinde ne kelimelerinde.
Fakat ben trajedinin ortasına düşmüştüm, arkadaşımı, tırnaklarımı elime batırarak dinliyor, gözyaşlarımı akıtmamak için çaba harcıyordum. Bana anlatılan şu idi:
“B” (Bayazıtoğullarından) ‘M’ bey, Kurtuluş savaşında başına saplanmış olan kurşun yüzünden tam 18 yıl Bakırköy Akıl Hastanesinde yattıktan sonra, bir ay önce – düşününüz bir ay önce - ölmüş.
Bu zarfı benim meslektaşıma aktaran vefalı dost, 18 yıl boyunca onu her zaman ziyaret etmiş. ‘M’ (Muharrem) ona ve (ziyaretine gelen) başkalarına hep beni sorarmış. Bir de parmağında yüzüklü bir hanım görünce, mutlaka yüzüğünü çıkarttırır, içini okutturur, sonra ümitsizce geri verirmiş.
İşte hepsi, hepsi bu kadar. – BİR DEVRİN ROMANI -  Halide Nusret Zorlutuna.”
------
Bu kitabı (BİR DEVRİN ROMANI) bulmalı, okumalıydım. Hatta satır aralarındaki sırları bile çözmeliydim. İstanbul’da yaşayan oğlum Faruk’a durumu anlattım. İstanbul’daki kitapçılarda kitabın mevcudu bulunamadı. Maraş’lı kitapçı arkadaşım Mustafa M. İnternetteki araştırmaları sonucu kitabı,  Sivas’ın bir İlçesinde buldu.



------------------------------------------------------------------------

KELİMELER

Müstahkem: dayanıklı, güçlü, sağlam.
Mevki: Yer, mahal; durum, konum.


-----------------------------------------------------------

------------------------------------------------------

Hiç yorum yok: