KİMDİR: Milli Mücadele Kahramanı.
a. Çanakkale
Savaşı,
b. Maraş
Savunması,
c. Antep
Savunması
d. Sakarya
Savaşlarının kahramanlarından.
Çanakkale Savaşı
sonrası, (Maraş Savunması başlamadan) İstanbul’da Halide Nusret Zorlutuna ile
nişan yaptı ise de memleketinin işgali nedeniyle Maraş’a döndüğünden nişan
bozuldu.
SOYU: Bayazıtoğullarının Ahmet Paşa kolundandır. Hakkı
Bayazıt ile Maraş’ın tanınmış ailesi olan Emirmahmutoğullarından Hacer Hatunun
oğludur.
ÖĞRENİMİ
İLKÖĞRETİM: İlk tahsilini Maraş’ta,
sultani tahsilini İstanbul’da, amcası Bayazıtoğlu Hüseyin’in gözetiminde
tamamladı.
YÜKSEK
ÖĞRETİM: İstanbul Halkalı Ziraat Mektebinde (1) okurken
Çanakkale Savaşı başladı. Yaşdaşları gibi silâhaltına alınarak eğitim
verildi.
ÇANAKKALE’DE: Mülazım-evvel (asteğmen)
olarak cepheye gitti. Helles ve Suvla Cephesindeki yararlıkları dolayısıyla
teğmen rütbesiyle Bölük Kumandanlığına yükseldi.
ZOR
GÜNLER: Helles ve Suvla cephesinde zor günler bekliyordu
kahramanı. O, hem cesur bir asker, hem de fırsat buldukça yazma ve okuma
yaşamını sürdürüyordu. İşte bu sırada İstanbul’da yayınlanan bir gazetede bir
yazı ilişti gözüne. Yazı dikkatini çekti. Sonraları, kadın ozan ve yazarların
anası unvanını alacak olan (ama şimdilerde lise öğrencisi olan) Halide Nusret
Zorlutana’nın bir yazısıydı bu. Okullar arası yarışmalarda 1. lik alan bu yazı
düşündürdü cesur askeri. Cesur asker, ilerleyen günlerde bu hanım kızın
yayınlanan yazılarını okudu. İşte bundan sonra zor olan
başladı.
BÜYÜK
YAZAR
HALİDE
NUSRET
ZORLUTUNA İLE
NİŞANLANDI
Çanakkale Savaşı
sonrası İstanbul’da Halide Nusret Zorlutuna ile nişan yaptı ise de memleketinin
işgali ile Maraş’a döndüğünden nişan bozuldu.(2)
ÇANAKKALE’NİN AÇ
TOPRAKLARI
“Çanakkale’nin
aydın Türk çocuklarını yutmakta olan aç toprakları, nasılsa bu aslan yapılı,
duygulu, kültürlü çocuğu yutmaya
kıyamamıştır.(3)”
PAYLAŞTILAR: Çanakkale Savaşı sonrası
İstanbul’da, Maraş’ın Fransızların payına düştüğünü duyunca Maraş’a geldi.
İngilizler, anlaşma gereği, bazı Anadolu illeri ile beraber Maraş’ı Fransızlara
bırakarak petrol bölgelerine doğru gittiler.
KONAKTAKİ
TOPLANTI: Çanakkale’den hızını alamadan dönen genç subayın,
resmi elbisesiyle amcası A. Kadir
Paşa’nın Konağındaki toplantılara katıldığını
bilmekteyiz.
ÖRGÜT
KURDU: Çete örgütü kurmak, o günkü şartlar altında hiç te
kolay değildi. Bu iki genç (söz konusu gençler: Bayazıtoğlu Muharrem ve
Bayazıtoğlu
Zafer) Bertiz’e gönderildi. Bertiz
çetelerinden oluşan 400 kişilik bir gönüllü ordu
oluşturdular(4).
Fransız
Birliklerini Bababurun’da (5) karşılayarak onları bozguna
uğrattı.
Maraş Milli
Mücadelesinin her safhasında görev aldı.
ANTEP’E
YARDIM: Maraş’ın Kurtuluşundan sonra çeteleriyle birlikte
Antep Savunmasına katıldı.
YARALANDI: Antep’ten sonra Sakarya Meydan
Savaşına katıldı. Ağır bir şekilde yaralanarak hastaneye
kaldırıldı.
EDEBİ
YAŞAMI
Cephede bile edebi
dergileri okudu, yazdı.
“Hatta son zamanlarda
benim şiirime cevap olarak bir şiir yazmıştı. Gerçekten böyle bir şiir benim
dikkatimi çekmişti.
Kısa bir zaman sonra, bu
gencecik yedek subay, şimdi adını unutmuş olduğum bir dergiden adresimi öğrenip,
bana bir mektup göndermişti. Adresim de zaten pek kısacıktı. –Göztepe İstanbul
Halide Nusret- yazınca gelirdi mektuplarım.
Cepheden gelen ve son
derece güzel, içli mektubu ciddiye aldım ve kutsal bir şey gibi belki ciddiye
almaz diye anneme bile göstermeden sakladım. — Bir Devrin Romanı- Halide Nusret
Zorlutuna.”
KİŞİLİĞİ: Soylu, köklü bir aileye mensup,
ağırbaşlı.
“Bu genç adam, kızları istasyonda görüp, onlara bir bakışta vurulan takımdan değildi. Benim yazılarımı, talebe yarışmasına girip, birinciliği kazandığı günden beri okuyordu. – Halide Nusret Z. ”
“Bu genç adam, kızları istasyonda görüp, onlara bir bakışta vurulan takımdan değildi. Benim yazılarımı, talebe yarışmasına girip, birinciliği kazandığı günden beri okuyordu. – Halide Nusret Z. ”
ÖDÜL: İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi ve aylık
bağlandı.
KAHRAMAN
SAVAŞÇI
Çoğu zaman
geçmişle, geçmişte yapılanlarla övünürüz.
“O gitti. Memleketine gitti. Bir daha kendisini göremedim. Yalnız memleketinin Kurtuluş Savaşında
(Maraş’ın Kurtuluş
Savaşı) büyük yararlıklar, olağanüstü kahramanlıklar gösterdiğini haber aldım.
Hiç te hakkım olmadığı halde, gizli gizli onunla iftihar
ettim.
Evet, onunla iftihar
etmek elbette hakkım değildi. Çünkü O, İstanbul’dan ayrılır ayrılmaz annem, çok
sevdiğim pırıl pırıl alyanslarımı parmağımdan çıkarmış, nişan sepetinde gelen
öteki hediyelerle birlikte “M.”in ailesine geri göndermiş, beni onlara
vermeyeceğini – amcamın aracılığı ile – kesin olarak
bildirmişti.
Kahraman “M” (Maraş)
Vilayetinin Kahraman Savaşçısı “M” (Muharrem), o, büyük işleri yaptığı zaman
benim nişanlım degildi ki, ama… Belki de hala beni seviyordu. — Bir Devrin Romanı- Halide Nusret
Zorlutuna.”
ÖLÜMÜ: 1939 Yılında vefat
etti(6).
------------------------------------------------------------------------
AÇIKLAMA
(1) İstanbul
Halkalı Ziraat Mektebinde okurken (Bazı kaynaklar: - Bursa Ziraat Mektebi.- diye
bahseder.) Silâhaltına alınıp Çanakkale Savaşlarına katılan Bayazıtoğlu Muharrem
ve Galatasaray Sultanisinde okurken İstanbul’un işgali dolayısıyla öğrenimine
ara vermek zorunda kalan Mahmut Arifi Paşanın oğlu Zafer, Bertiz Çetelerini
Örgütlemek için görevlendirildiler.
(2) Kendi soyundan
gelen araştırmacı yazar Bekir Sami Bayazıt’ın, konu ile izlenimleri şöyle:
“İstanbul’da bir gazetede yayınlanan büyük yazar Halide Nusret Zorlutuna Hanım
Efendinin bir yazısından dolayı Halide Hanım’a karşı içerisinde gıyabi bir
sevgi, sevgiden öte gıyabi bir aşk duygusu başlamıştır. Çanakkale’de bu hissini
açacak, derdini dökecek tek kişi, Çanakkale Savaşlarının kahramanlarından
amcazadesi Yarbay Kerim Bayazıt’tır. Zaman buldukça, Kerim Beyle bağlantı kurdu
ve duygularını güzel bir şekilde Kerim Beye açtı. Yarbay’dan aldığı cevap,
yeğeni Muharrem’i sevindirdi ve çoşturdu.
Bir akşam Yarbay:
‘Mert ve cesur yeğenim, (aslında amcaoğulları ama arada yaş farkı olduğundan
yeğenim, diyor.) arzularını İstanbul’a ilettim. Halide Hanıma görücü gidecekler.
İlk fırsatta sana da izin alarak İstanbul’a gitmeni ve Halide Hanımı görmeni
sağlayacağım.’
(3) “Güneydoğudaki tarihi
vilayetlerimizin birinde, soylu, köklü bir aileye mensup bir çocuk ki,
İstanbul’da lise öğrenimi görmekte iken, birçok emsali gibi okul sıralarından
toplanıp, acele bir eğitimden sonra Çanakkale’ye sevkedilmiş, Çanakkale’nin
aydın Türk çocuklarını yutmakta olan aç toprakları, nasılsa bu aslan yapılı,
duygulu, kültürlü çocuğu yutmaya kıyamamıştır. – Halide Nusret
Zorlutuna”
-----
(4) Genç yaşta
İstanbul’a öğrenime giden bu gençler Bertiz halkını yakinen tanımıyorlardı. Daha
Maraş Müdafi Hukuk Cemiyeti bile örgütlenmemişti. Ama Bayazıtoğlu Muharrem ve
Bayazıtoğlu Zafer
Bertiz Köylerinde,
kısa zamanda örgütlenmelerini tamamladılar.
Maraş’ta İttihat
ve Terakki Partisi ile İtilaf ve Hürriyet Partisi arasında çekişmeler
alabildiğine sürüyordu. 31 Ekim 1919’da Sütçü İmam olayı olmuş, ilk kurşunu
atan Sütçü
İmam,
(Fransız-Ermeni askerlerince arandığından) aynı gün Bertiz’in Ağabeyli köyündeki
Bayazıtoğlu Muharrem’in yanına gitmişti.
BAYAZITOĞLU
MUHARREM VE ZAFER
NASIL
ÖRGÜTLENDİ
Halkları
bilinçlendirmek, onlardan çeteler oluşturmakla iş bitmiyor. Yedirmek-içirmek,
barındırmak, silahlandırmak, savaşmaya hazır hale getirerek örgütlemek… Vs. o
günkü şartlar altında hiç te kolay değildi. Peki, bu iki genci Bertiz’e gönderen
ve finanse eden, KİMDİ? diye sorulsa,
"Maraş - Fransız
Savaşı süresince, her gün Konağında iki bin beş yüz kişiye yemek veren A.
KadirPaşa idi.” Deriz.
A.
Kadir Paşa, aynı zamanda Bayazıtoğullarının Başkanı
idi.
Abdulkadir
Paşanın düşüncesi ve oluru alınmadan hiçbir Bayazıtlı hareket
edemezdi.
Bayazıtoğlu
Muharrem ve Zafer'in örgütlendirdiği Bertiz Birliği, Bababurun'dan sonra Maraş
Savaşı başlar başlamaz, Maraş’ın kuzey ve kuzey batısındaki noktaları tutacak,
Elbistan ve Göksun yollarını kapatacak, haberleşmeyi temin edecek ve elden
geldiği kadar Kolej ve Kışladaki düşman kuvvetlerini taciz ederek, düşmanın
dikkatini kuzeye çekecek ve şehir üzerindeki baskıyı
hafifletecekti.
----
(5) Maraş Harbinde
Fransızlara karşı ilk silahlı Mücadele
Bababurun’da:
1. Bayazıtoğlu
Muharrem,
2.
Bayazıtoğlu Zafer,
3. Hacı
Yasinoğlu,
4.
Muallim Hayrullah’la başlar.
BABABURUN
NERDE
Bababurun; Maraş
Merkez ilçeye yaklaşık otuz, Antep’in Nurdağı ilçesine on, Türkoğlu ilçesine
bağlı Beyoğlu Beldesi sınırları içerisinde, Devlet Üretme Çiftliğinin hemen
karşısında, eskiden bataklık olup geçilmesi çok güç olan doğal bir müstahkem
mevki durumunda idi. Adana İskenderun, Antep ve havalisini işgal eden
Fransızların askeri güç ve ağırlıklarının iç Anadolu’ya sevk edileceği tek geçit
ve güzergâhtı.
5 Ocakta
Ceceli köyünü yakıp yıkan Fransız-Ermeni Kuvvetleri, Maraş’a giremediklerinden
yeniden Antep’e döndüler. Fransızların devamlı takviye salması üzerine yolu
kapamak gerekince o bölgede bulunan Bayazıtoğlu Muharrem ve amcası oğlu Zafer
ile Muallim
Hayrullah’a Türkoğlu - Maraş
yolunun kapatılması emri verilir. Dehlizde bulunan Yakup Hamdi Müfrezesi, Atmalı
Aşiret Kuvvetleri ile birlikte Bababurun’a kaydırılır. Bu hazırlıklar
yapılırken, Fransızların bir taburunun İslâhiye’den gelmekte olduğu görülür.
Derhal Bayazıtoğlu Muharrem ve Zafer komutasındaki Milli Kuvvetler taarruza
geçerler. Fakat Fransızlar Türkoğlu’na girdiklerinden pek bir başarı
sağlayamazlar.
Ceceli’deki MuallimHayrullah,
Fransız öncüleri ile çatışmaya başlar. Makineli tüfek atışları Türk kuvvetlerini
çok zor duruma soktuğundan müfrezenin maneviyatını düzeltmek için yüksek bir
kaya üzerine çıkan Muallim Hayrullah, sağ kasığından yaralanır. Bunun üzerine
Milli Kuvvetler geri çekilirler. Ama… Bayazıtoğlu Muharrem ve Zafer düşmanı
kuşatarak çaresiz bırakırlar.
-----------------------------------------------------------------------
BİR DEVRİN
ROMANINDAN ALINTI
ROMANINDAN ALINTI
Adının “M” (Muharrem), soyadının “B” (Bayazıtoğlu)
—gerçi o tarihlerde
herkesin soyadı yoktu ama bazı ailelerin vardı.- olduğunu mektubundan öğrendiğim
bu genç; yine mektubunda anlattığı gibi, kısa zaman içinde - herhalde izinli
olarak – İstanbul’a gelmiş; orada bulunan erkek ve kadın akrabalarını,
hemşerilerini seferber ederek, beyleri, amcam Süleyman Tevfik Bey’e, hanımları
da anneme göndererek beni resmen onlardan istetmişti. Merhum Mahmut Paşanın
hanımı, “M” nin Halası, Albay Abdülkerim’in hanımı da halazadesiydi. Pek kibar
hanımefendilerdi. Daha birçok hanım efedendiler vardı, geldikleri zaman birkaç
araba dolusu geliyorlardı.
Annemin nazlanmalarına,
daha doğrusu nazlanma değil de, nazikâne retlerine aldırmıyorlar, onlar da aynı
nezaketle bir itirazına on karşılık bulup diretiyorlardı. Bu ara “M” i de
getirip annemle de tanıştırdılar. Ben de gelişini, gidişini pencereden
seyrettim. Daha evvel de sokakta birkaç kez -tabii, hazırlanmış tesadüflerle-
karşılaşmış, fakat selamlaşmadan birbirimizin yanından geçip gitmiştik. Bu arada
onun güzel mektupları bana her gün geliyordu, ben henüz cevap verecek cesareti
kendimde bulamıyordum.
Nihayet bir gün
anacığımın sabrı tükendi, kendi kendine:
“Vermeyeceğim efendim,
vermeyeceğim. Zorla olur mu böyle şey? diye haykırdı. Sonra kardeşim İsmet’in
dadısı Hatice Hanımı muhatap tutarak söylenmeye devam
etti:
“Adını ancak haritada
gördüğüm, memleketin bir ucunda bir vilayet. Sözde kızı oralara götüremezlermiş;
İstanbul’da kalacakmışız! Doğru mu söylüyorlar, yalan mı ben ne bileyim…? Kızı
alıncaya kadar her şeye “peki” diyecekler tabii. Sonra ne olacak…? Ben onlarla
baş edebilir miyim?
Zavallı Hatice Hanımcık,
annemi kandırmak için dilinin döndüğü kadar bir şeyler söylüyordu; fakat
annemin kulağına girmiyordu. O sene mektebi dolayısıyla bizim evde misafir kalan
Adapazarılı arkadaşım Hamiyet de bir şeyler söylemek istedi, fakat annem onu da
bayağı tersledi:
“Sen sus Hamiyet,
kızların böyle şeylere aklı ermez dedi, ben ağzımı bile açamıyordum ama yüreğim
küt küt çarpıyordu. O ara annemin aklına gelip de benim fikrimi sorsaydı acaba
onu ikna edecek sözler bulup söyleyebilir miydim…? Hiç zannetmiyorum… Zira
annemin: “Memleketin bir ucuna alıp götürecekler!” demesi beni hayli ürkütmüştü.
Anneme bunu bilmiş gibi bu konu üzerinde durdu;
“Aldıktan sonra belki
bana bile gösteremezler… Ben Nusret’siz ne yaparım? … Yavrum daha çocuk sayılır.
O bensiz ne yapar, o garip memleketlerde? Yabancı insanlar arasında…? Ben genç
yaşta Halep’e gelin gittim, bilirim o acıyı. Ama benim anneciğim vefat etmişti,
sahipsizdim. Halalarım verdiler beni. “
Bir an sustu. Sonra
azimli bir sesle:
“Hatice Hanım, çabuk
çarşafımı getir, ben ağabeyime gidiyorum. Zaten bunları başıma o musallat etti.
Vermiyorum vesselam. Bir daha o hanımları üstüme
göndermesin!”
Ağabeyim! Dediği, amcam
Süleyman Tevfik Bey’di. Beyler amcamı iyece kandırmışlardı, o da annemi
kandırmaya çalışıyordu ama nafile! Muvaffak olamamıştı, işte annem kesin ret
cevabın vermeye koşuyordu. Benim gözlerimde yaş yoktu ama içim ağlıyordu. Kendi
kendime; “Acaba onu seviyor muyum…? Aşk dedikleri bu mudur yoksa…?” diye
soruyordum, yine de aşkın büsbütün başka, harikulade bir şey olacağına
inanıyordum.
Annem çarşaflandı, çıkıp
gitti. Arkasından Hatice Hanım da, Hamiyet de açtılar ağızlarını, yumdular
gözlerini:
“Sen ne biçim kızsın?
Senin ağzında dilin yok mu? Ben istiyorum çocuğu
desene!”
Güldüm:
“Bana soran var mı ki
Hamiyet’çiğim…?”
“Hâlbuki sorulması
gereken tek kişi varsa o da sensin. Yazık değil mi elalemin
evladına?”
“Ne olmuş elalemin
evladına…? “
“Aman kardeşim, Allah
aşkına bir de sen zıddına basıp durma! Çocuk deli divane oluyor senin için ayıl.
(ayol olsa gerek) Mektuplarını beraber okuyoruz! Her cümlesinden samimiyet
fışkırıyor. Ayıp, günah vallahi! Ben sana bir şey söylemeyim mi…? Sen geçen
asrın başlarında yaşayan bir kızsın, hiç darılma
gücenme!
“Ama sen de pekâlâ
bilirsin ki, benim annem her anneye benzemez. Rahmetli babacığım bir müebbet
kürek mahkûmu olarak Sinop Zindanında çile doldururken annem bana hem analık,
hem babalık, hem hocalık etti ve bana bir gün mahrumiyet yüzü göstermedi. Benim
anam anaların şahıdır Hamiyet.”
Bu sefer Hatice Hanım
söze karıştı:
“Eh, öyleyse sen de
evlenmezsin küçük hanım, oturur annenin başını beklersin, olur biter… Zaten
Hanımefendi’nin istediği de bu. Görürsün Hamiyet Hanım. Evlendirmez bu kızı
anası.”
Biz böyle hararetli
bir münakaşaya tutuşmuş iken evin önünden geçen tenha caddede nal şakırtıları
duyuldu ve bizim kapıda faytonlar durdu. Hepimiz pencereye koştuk. Aman
Yarabbi! Onlardı. (M)
‘in akrabaları… Ne
yapacaktık şimdi? Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu adeta. Hamiyet beni kolumdan
tutup odamın kapısından içeri itti.
“Çabuk, arkana bir şey
giy, saçlarını topuz yap!”
Ve kendi, misafirleri
karşılamak üzere Hatice Hanımla beraber alt kata indi. Az sonra merdivenlerden
gürültü ile çıkıp misafir odasına girdiklerini
duydum.
Ben de kendime biraz çeki
düzen verdikten, yani -bugün gibi hatırlıyorum - mavi ipek bir buluzla, siyah
bir etek giyip, iki saç örgümü de kulaklarımın üzerinde iki topuz yaptıktan
sonra süklüm püklüm misafir odasına gittim, ihtiyarların elini öptüm, gençlerin
ellerini sıktım ve hepsini, her zamankinden daha şık olduklarını, daha çok
mücevher takmış bulunduklarını hemen fark ettim. Odanın ortasındaki masanın
mermeri üstünde de kocaman bir paket duruyordu.
“Bugün bizim geleceğimizi
amcanız beyefendi haber vermemiş miydi?”
dediler.
“Hayır efendim, dedim
ezilip büzülerek, hiç haberimiz yoktu. Annem de bey amcamı görmeğe gitti.
“
Sıkıntılı bir sükût çöktü
odaya. Kimse ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Az sonra Mahmut Paşanın
hanımı namaz kılmak istedi. Koşup yukarıdan, işlemeli bir misafir seccadesi
indirdim; ipek başörtü akik tespih hepsi
tamamdı.
Birkaç yaşlı hanımefendi
oturma odasında namazlarını kılıp misafir odasına geldiler. Ben Hatice hanımın
hazırladığı kahveleri dağıtırken içimden hep annemi çabuk dönmesi için Allah’a
yalvarıyor, adaklar adıyordum.
Derken kapının zili bir
müjde çığlığı gibi öttü kulaklarımda. Annem gelmişti. Evimizin misafirlerle dolu
olduğunu Amcamdan duyunca bir dakika durmadan dönmüştü. Bununla beraber,
rahmetli amcacığım onu bir hayli kandırmıştı. Çünkü hanımlar, “nişan takmaya”
geldiklerini söyledikleri zaman itiraz etmedi. Suratı bir hayli asıktı ama,
kaderine razı olmuş gibi bir hali de vardı.
Mermer masa üstündeki
paket açıldı: Zengin bir nişan sepeti. Elmas yüzüklerden, altın bileziklerden
tutun da, o zaman pek moda olan revdor lavantalarına
kadar.
Mahmut Paşanın o nur
yüzlü hanımı, önce yürekten bir Bismillah çekerek parmağıma pırıl pılır bir
alyans geçirdi, dualar etti. Kalbim deli deli çarpıyordu; kendimi rüyada
sanıyordum.
DENİZ KIYISINDA İLK VE
SON BULUŞMA
(M) Bey’le birkaç ay
nişanlı kaldık. O zamanlar malum, kaçgöç vardı; nişanlılar birbiriyle konuşup
görüşemez, beraber gezip tozamazlardı. Gerçi o zamanda, -hatta nişanlı olmadan
da - buluşup görüşenler vardı ama bizim aileye göre değildi böyle şeyler. Biz
bol bol mektuplaşıyorduk. Nişanlım, bazen annemi ziyaret için evimize geliyordu.
Annemin bu ziyaretleri istemesinin tek sebebi; onu konuşturup anlamak; görgüsü,
bilgisi hakkında bir fikir edinmekti. Yani çocukcağız farkında olarak veya
olmayarak imtihan verip duruyordu. Bu arda da biz yine, odadan odaya
mektuplaşıyorduk. Postacımız da minicik kardeşim
İsmet’ti.
Nihayet annem düğün için
gidip memleketten annesini babasını getirmesi hususunda (M) Bey’i ikna etti;
(M)’ de gitmeden önce benimle bir kerecik görüşmek için beni, benden fazla da
Hatice Hanımı kandırdı ve Cadde Bostan’ın o zamanlar pek tenha olan kıyılarında
bir akşamüstü üçümüz buluştuk: (M), ben Hatice Hanım! O gün ablamın - amcam
kızının - son moda tayyörlerini giymiştim. Tayyör ama tabii, üstünde çarşaf
pelerin ve peçe. Ayaklarımda dizlerime kadar - çarşafımın örneği - gri botlar.
Pek şıktım. Ablamların köşkü sahile yakındı. Tarifi imkansız korkular,
çarpıntılar, kararsızlıklar içinde ikide bir geri dönmeye niyetlenerek,
gideceğimiz yere vardık. Nişanlım gelmiş bekliyordu. Hâlbuki ben içimden
gelmemiş olmasını temenni ediyordum. Gelmemiş olsaydı hemen dönüp kaçacaktım.
Bir daha da böyle delice işlere kalkmayacaktım.
Fakat olan olmuştu.
(M)’de büyük bir heyecan içinde, şaşkın ve mutlu, bizi karşıladı. Teşekkür
ediyor bir şeyler söylüyordu. Hatice Hanım deniz kıyısına doğru yürüyüp sözde
bizi yalnız bıraktı. Ben bir kayanın üstüne iliştim, (M)’de dizlerimin dibine
kumlara oturdu. Güzel gri botlarımı öptü. Soylu Anadolu çocuğu tir tir
titreyerek bir şeyler söylüyordu. Ben kulaklarımın uğultusundan, yüreğimin
çırpıntısından duyamıyor, anlayamıyordum. Bir ara başını dizime dayadı ve galiba
ağladı. O aralık içimden geçirdim: “Tıpkı romanlarındaki gibi!” sonra elimi
başına değdirerek:
“Gidelim artık, dedim,
ortalık kararacak nerdeyse. Size hayırlı yolculuklar
dilerim.”
Hemen kalktı, beni
elerimden tutarak kayadan indirdi. Evvela ellerimi sonra da çarşafım ve peçenin
üstünden alnımı öptü. Ayrıldık.
(6) İnsan böylesine ünlü
bir savaşçının sonunu düşünmeden edemiyor. Yaşanan bu aşk hikâyesini, kadın
ozanların ve yazarların anasının romanlaştırarak adını: ‘Bir Devrin Romanı’
olarak belirlediği bu hikâyenin sonu nasıl bitiyor acaba,
diyor.
Bayazıtoğlu Muharrem’in
Aşk hikâyesini (gerçek) Kadın Kahramanının ağzından
dinleyelim:
“ … Bu ufacık gönül
hikâyesinin sonu gerçekten acıdır. Ve ben, bu acı sonucu iki çocuk annesi
olduktan sonra öğrendim.
*
Yirmi yıl ondan hiç
haber alamamıştım. Yaşamımda bir bahar rüzgârı gibi gelip geçmiş olan
‘M’(Muharrem)‘ i çoktan unutmuştum. Günün birinde
okulda, öğle istirahatında öğretmenler odasında otururken, bir öğretmen
arkadaşım yanıma geldi. Sıkılarak: Bir görevi yerine getirmek için sizi rahatsız
etmeye mecburum Halide Hanım, dedi.
Sonra elindeki zarfı bana
uzatarak sözünü sürdürdü:
Ben bu görevi bir
arkadaştan devr aldım. Kendisi sizi tanımıyor, gelmeye cesaret
edemedi.
Zarfın içine baktım:
Nişanlı bulunduğum sırada “M…” ye göndermiş olduğum çarşaflı ve alyanslı bir
fotoğrafla yıpranmış birkaç mektup.
Arkadaşım bir yükten
kurtulmak istercesine acele ediyordu.
“Bir ölünün son arzusu
bu.”
Diye söze başladı ve
çabuk çabuk konuyu özetleyip anlattı. Hiçbir titreme, hiçbir kırgınlık anlatımı
yoktu, ne sesinde ne kelimelerinde.
Fakat ben trajedinin
ortasına düşmüştüm, arkadaşımı, tırnaklarımı elime batırarak dinliyor,
gözyaşlarımı akıtmamak için çaba harcıyordum. Bana anlatılan şu
idi:
“B” (Bayazıtoğullarından)
‘M’ bey, Kurtuluş savaşında başına saplanmış olan kurşun yüzünden tam 18 yıl
Bakırköy Akıl Hastanesinde yattıktan sonra, bir ay önce – düşününüz bir ay önce
- ölmüş.
Bu zarfı benim
meslektaşıma aktaran vefalı dost, 18 yıl boyunca onu her zaman ziyaret etmiş.
‘M’ (Muharrem) ona ve (ziyaretine gelen) başkalarına hep beni sorarmış. Bir de
parmağında yüzüklü bir hanım görünce, mutlaka yüzüğünü çıkarttırır, içini
okutturur, sonra ümitsizce geri verirmiş.
İşte hepsi, hepsi bu
kadar. – BİR DEVRİN ROMANI - Halide Nusret
Zorlutuna.”
------
Bu
kitabı (BİR DEVRİN ROMANI) bulmalı, okumalıydım. Hatta satır aralarındaki
sırları bile çözmeliydim. İstanbul’da yaşayan oğlum Faruk’a durumu anlattım.
İstanbul’daki kitapçılarda kitabın mevcudu bulunamadı. Maraş’lı kitapçı
arkadaşım Mustafa M. İnternetteki araştırmaları sonucu kitabı, Sivas’ın bir
İlçesinde buldu.
------------------------------------------------------------------------
KELİMELER
Müstahkem: dayanıklı, güçlü,
sağlam.
Mevki: Yer, mahal; durum,
konum.
-----------------------------------------------------------
Türkiye'nin Kurtuluşuna Öncü Olan Maraş Mücadelesinde Herkes Savaşan Birer Kahramandı. Bunlardan Aşağıdaki İsimleri Okuyucu İle Paylaşıyoruz.
ABDLLAH BAYAZIT
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder