http://sairlermaras2.blogspot.com.tr/

7 Temmuz 2014 Pazartesi

ALİ KEMAL NACAROĞLU


Ozan - Öykücü.


DOĞUMU: 1953 Yılında Maraş İlinin Yenicekale Nahiyesinde doğdu. 


ÖĞRENİMİ
İLK OKUL: ilkokulu, Yenicekale'de,

ORTAOKUL-LİSE: Maraş İmam Hatip Lisesinde,

ÜNİVERSİTE: 1978 Yılında, H. Tepe Üniversitesinde tamamladı.

EDEBİ HAYATI : 1976 Yılında Ankara’da yayınlanan Kıyam isimli Edebiyat Dergisinin yayın yönetmenliğini, zaman zaman, kimi edebiyat dergilerinin yayın danışmanlıklarını yaptı. Çalışmalarına şiirle başladı, öykü, deneme ve günlüklerle devam etti.

Yedi İklim, Hece, Edebiyat Ortamı, Yalnız Ardıç vb… dergilerde öyküler, Yeni Devir, Yeni şafak, Akit vb. gazetelerin Kültür Sayfalarında, deneme ve günlükler yazdı.

ESERİ: Öykü dalında tek ALAZ adında kitabı vardır.

------------------------------------------------------------------------

şiirinden Örnek

ayak Sesi

köşeden sola saptın mı
sağlık ocağı görünür
bir çocuk ağlar sebepsiz
bahçede bir kadın yürür

önce ayak sesi sonra kokusu gelir
buğusu demli çayın da
görün bana kapını yüzüme vurma
güz sonunda kış başında

hülyam yakın gönlüm uzaktı
hava kararmadan daha
bahçesindeki ağaca
bir kuş kondu bir kuş kalktı

-------------------------------------------------------------------------

heybem boş

Ha vurdular aha vuracaklar beni
Azrail çevirir ölüm kucaklar beni

Dilenciyim heybem boş sana geldim
Senin kapından kovacaklar beni

Güneş değil ateş değil aşk değil
Yakar daha başka sıcaklar beni

Darağacı yanda divan kurulur
Sorgusuz sualsiz asacaklar beni

Susadım aşkına nasıl geleyim
Bir hiç uğruna uçurur uçaklar beni

Bağrıma binlerce hançer saplanır
Kesmez bildiğimiz bıçaklar beni

Ha vurdular aha vuracaklar beni
Azrail çevirir ölüm kucaklar beni


------------------------------------------------------------------------

acı

Geriye döndün mü çamurlu yoldan
orada bir park var ismi Dudayev
İçinde çimler çok, yeşil ağaçlar gür

Burada kirveler var
Yörükler de
Yıldızlar doğunca ay vurunca
köpekler ürür

(Sormuşlar nereye gidersin böyle
Karınca demiş ki yolum Kâbe'ye)

Akşam efkar gece hüzün
Sonra kar yağar yağmur çok ince

Hayat ölümlü
De neyin anlamı var ki
Hasan üşüyünce Ferit buyunca

Üşüyeni gördüm titreyeni de
Ocak yanmayınca soba tütünce


------------------------------------------------------------------------

GÜNLÜKLERİNDEN ÖRNEK


19 Temmuz 1997-GÜVERCİNLİK: İnanılmayacak kadar mavi ve çok soğuk burada Ceyhan’ın suyu. Karşıda suya dökülen iki kaynak. Gölgeden gölgeye koşan keçiler. Suya dalan çocuklar ve çocukları imrenerek seyreden (Kaya, Bayram, Nurettin, Osman ve ben. Altı yıl sonra da İzzet.) bizler.

Suya bıraktığı karpuzu yakalamak bahanesiyle eteğini çemreyip suya giren, eskilerde yitirdiğim tanıdığı andıran günahkar bakışlar. Ve bir öykümün temelinin atılabildiği ilham kaynağı mekan.



15 AĞUSTOS, BAŞKONUŞ 


ÖĞLE SONRASI: 

“Baba gidelim mi? Diyorum. Babam durgun. Ama içi huzur dolu. Sakin.

“Gidelim.” Diyor.

“Köy ne kadar çeker?” diye soruyorum. (Yaya.)

“Bir saat falan” diyor.

“Falan'ı ne? Diyorum.

“Falan'ı, belki yarım saat fazla olur”. Diyor.

Artık yoldayız.

75’ini aşan babam önde. Ben ortada ve Hasan geride. Boğaz yolundan Meydan’a. Oradan Goğuk (içi oyuk) Çınara, Yatıkkoz ve Köy’e... Yol boyunca gördüklerimiz, her ağacın gölgesinde bir ailenin olması. Babam, tanımadığı ailelerden bile hal – hatır sormakta. (Ben ve Hasan mahcup olsak ta.) Babamın bu içtenliği herkesi memnun etmekte, tanımadıkları insanlar dahi babamı sofralarına davet etmekteler.

“Bir bardak çay olsun... bir dilim karpuz....”

Babam bu, kolay kolay kimsenin bir lokmasını alır mı?

Yolda, zaman zaman gerilerde kalan Hasan, şimdi bir sincapla uğraşmakta.

İKİNDİ ÖNCESİ: Boğaz’da (Meydan) bir tanıdık. Babam, bacanağını ziyaret için bizden ayrılıyor. Hasan’la ilerlemekteyiz. Bu mevsimde bile yeşil kalan düzlüğe geçiyor. Karaardıç’taki suda dinleniyoruz.


İKİNDİ : Babamın yönü köye. Öğleye (namaza )yetişebilir miyim diyor bana. “ yetişebilirsin ” diye yüreklendiriyorum onu. “Yetişebilirsin babacığım diye ekliyorum sonra.”

Bir bayırdan ineceğiz.

Sen buradan inemezsin diye şakaca takılıyorum ona.

İnebilirim, ben zayıfım, diyor babam.

Minnet/rica verdiğimi avuçlarında sıkıyor. “Anneme selam söyle !” diyorum ona.

AKŞAM : Hafızası yerinde, sıhhati yerinde olsa da, yine 73 yaşın verdiği bir burukluk gözlemek mümkündür iyice bakınca yüzüne. Elleri de dahil bir titremenin olmadığına eminim. Belindeki büküklük zayıf ve uzun boylu babamı oldukça küçültüyor. (Küçük gösteriyor).

GECE : Ondan ayrılırken, ben; “emrin var mı? ” demiş, “asıl senin bir diyeceğin var mı? ” cevabımı almıştım. “Var” demeliydim. Demedim. O an için düşünemedim. Onunla köye gitmeliydim. Gece köyde kalmalı, onun anlatacaklarından bir/kaç öykü temeli oluşturmalıydım.

Meryıl , öykümü ona borçluyum. Babam anlatmıştı. En sevdiğim öykülerden biri Meryıl . Kilisenin çocuğu, ilerleyen yıllarda genç kızı ve kilisenin kadını Meryıl . Doğal bir öykü. Sıradışı. Duyduğuma göre Döngele’de dört kilise varmış. (Bunları Ali’den duydum. Eğer doğru değilse, Ali’nin yalancısıyım). Ben birini bilirdim. (Bir olarak biliyordum). Hiç olmazsa kalanlarını da öğrenebilirdim babamdan.

Geceleri gördüklerim kabus mu, al basması mı? Nasıl dayanılır gördüklerime? Canım babam, seni yedi yılın sonunda görmez biri olarak telakki ediyorum. Karşımda sen, gözlerimde yaş yani kararan dünya.

O, hep eskiyi hatırlıyor. "Eskileri, yani çocukluğumu, gençliğimi ve askerlik ünlerimi daha net hatırlıyorum." diyor sorunca.

Hani, nenem büyük amcamla (amcam askerden gelmiş bir gençmiş o yıl.) heybeler dolusu hediye ile şehre gelin verdikleri halamı görmeye giderler. ilk gidişleri bu. Babam askerlik öncesi yetişkin bir genç. Akşamdır. Davardan gelmiştir. Keçilker arasında kuzlaması (doğum yapması) yaklaşan keçiyi bulamazlar. "Keçi yok" der evin kızı. (Bu kız; 22 yaşında doğumdan vefat eden Hatice halamdır. O zamanlar 12, 13 yaşlarındadır.) Araştırırlar. "Evet yok" der dedem. Karanlık. Yağmur, daha da karartıyor her yanı. Hatice halamı eve bırakarak aramaya çıkarlar. "Başkonuş'un eteklerine kadar aradık, diyor babam. Ama bulamadık. "

"Sabahleyin yine gittim. Gece, üzerine varmışız da hayvan korkusundan ses çıkaramamış."

Halamı Kürt Ali adında birine nişanlarlar sonraki yıllarda. Halam güzel bir kızmış. "vermesek miydi acaba!" babam sürekli bu sözü söylenir dururdu. Sonra " verilmesi gerekiyormuş ki, vermişiz." derdi. "Yazgı",, derdi, "takdir" derdi.

Kürt Ali, yıllar önce Bulgaristan'dan göç eden bir aileye mensup. Manevi yaşamı sıkıntılı bir aile. Ama Mehmet amcamın arkadaşı olduğundan, Mehmet amcamı kandırıyor ve amcam Kürt Ali lehine seçimini yapınca güzel kız Kürt Ali'ye gidiyor.

Halamın 22 yaşındaki ölümü dedemi ve nenemi perişan ediyor.

Dedem, kızının mezarı için taşlar söküyor dedem toprağın katmanlarından. Ne büyük taşlar. Kürt Ali bu taşları uzaklardan sırtı ile taşıyor.

Çocukken bu taşlara imrenirdik.

Sonra mezarı başında bir servi ağacı kendiliğinden filizlendi. Bizler çocukken kuşlar tarafından dikilen (karatavuk kuşu yediği ardıç tohumunu muhakkak bir ağaç bitsin diye bırakırmış.) Servi ardıcı.

Ağaç, bizimle büyüdü. Yaz aylarında gölgesinde keçiler ve koyunlar barınır oldu. Kurt kuş ta meyvelerinden yediler.

Karatavuklar meyvelerinden yeni ağaçlar diktiler.

Bir gece kızkardeşim Hatice rüyasında mezara büyük bir nur inmekte olduğunu görür...

İşte bu rüya babamı mutlu ederdi. Mutlu ederdi ki, sık sık anlatırdı.

Sonra kaybolduğunu anlatırdı. Çocukmuş. 3-4 yaşlarında. Dedem ve nenem babam ile Emine halamı evde bırakarak bağı tımara gitmişler. Evin kızı (Emine halam) onu küstürmüş. Babam, dedemlerin gittiği yeri tahmin ettiğinden batıya yönelmiş. Bir saat sonra Gölyeri denilen yerde yol çatallanmış. Sağa mı gitse, sola mı? Babam ters yönü seçmiş. Yolu çıkaramayınca da oyuna başlamış.

Erkek, atında binili, kadın yaya birileri gelmiş. Babamın kaybolduğunu bilmişler. Genç kadın adama dönmüş, "dayı demiş, hani gelirken bağı tımarlayan kadın ve erkek vardı. Onlar olmasın." demiş.

"Evet onlar olmalı." Genç kadın "dayım beni kala alıyor." diye sevinmiş.

Erkek, " Kadı'nın kardeşi Mehmet" diye seslenmiş ya, nafile.

Sesini duyuramayınca da babamı atına almış. Evli halamın (Fatma) köyüne götürmüş. Evli halam, babamı kaybeden halamın köyüne (burada köyler birbirine bitişik) seslenmiş. Kardeşini kaybeden Emine halamın gözleri kan çanağı.

Askerlikteki anılarını anlatırken gözleri yaşarırdı; "Mağaralı camisi de atlara ahır olmuştu. Bizi camide gecelettiler. Yalnızca bir araba var şehirde. Üzeri açık. Bindirdiler. İki halan el sallıyordu araba kalkınca, gözleri yaşlı. Türkoğlu'ndan tirene bindirdiler. Günler sürdü tren yolculuğu. Marmara'nın dağlarını unutmak namümkün. Ali Çabukel ile Hüseyin Altıparmak ve ben yakın köylerdeniz. Bir de Hüseyincik. Atlar bir tarafında ahırın bizler bir tarafında. Bitler ve pirelerle boğuşmak günlerce, aylarca ve yıllarca. 2. Dünya savaşının ortası. Bir gece nöbetinde, nöbetçi sahile bir şeylerin vurduğunu görür. Denizaltı diye uyandırıldık ve ateşe başladık. Sonra balıkçılar tarafından Yunus balığı olduğu söylendi."

"Düşman uçağı üzerimize üzerimize geldi. Enginden. (Alçaktan.) Defalarca ateş edildi ama nafile. İlerleyen günlerde uçağın düştüğü haberi alayın üstündeki ağırlığı hafifletti. "

-----------------------------------------------------------------------

ÖYKÜLERİNDEN ÖRN.

MERİ’NİN ÖYKÜSÜ*


Filipinli Ayşe, aylar süren gemi yolculuğundan sonra artık özlediği mekana gelmişti.

Kabe.

Bir akşamüzeri Yemen yönünden esen hafif rüzgara sırtını dayayan genç kızın yaklaşmakta olan biri dikkatini çekti.

Kısa boylu ama ya yaşı ne kadar, diye düşündü genç kız.

Orta yaşlı dedi sonra kendi kendine.

Evet, orta yaşlı kadın elindeki bardağı musluğa uzatıyor, dolduruyor ama bardak dudaklarına ulaşmadan kalabalığın arasından çıkamıyor, bardaktaki zemzem dökülüyor.

Ayşe kalktı, kadından aldığı bardağı doldurdu ve kadına sundu.

Bu olay: Ayşe ile Endonezyalı kadının arasındaki dayanılmaz ünsiyetin başlangıcı idi.

Endonezyalı kadın Ayşe’yi kendine çekti. Kucakladı ama öpmedi.

---

Ayşe, ikinci gün tavafa giden arkadaşlarından ayrılarak tefekkürü tercih etti.

Altın oluğun karşısındaydı. Seçtiği tefekkür için Makamı İbrahim’i görmeliydi. Bu yönde yer

aradı, buldu.

Başını ağır ağır kaldırdı.

Gözleri Beyt’in kapısına kadar yükseldi.

“Allah'ım ben şehadet ederim ki Senden başka ilah yoktur.”

Gözlerini kapadı.

“Yine şehadet ederim ki Muhammet Senin kulun ve elçindir.”

Şimdi, kapalı gözleri, Ayşe’yi çağlar öncesini götürüyor:

İsmail Peygamberin koyunları uzun uzun yayıldı. Bu yayılma genç elçinin kendilerine öğrettikleri doğrultudaydı. Birisi de Haram sınırlarını aşmadı.

Çocuk keçilerden önce anneye doğru koştu.

Cürhümlü gelin çocuğunu sevdi.

Tepeden inen adamın yaklaştığını gördü.

Ne güzel ihtiyar, dedi. Hiç te yorguna benzemiyor.

Gelin güldü.

Gelin niçin güldü?

Kızım kocan nerde? diyor yaklaşan yaşlı adam.

Gelin ihtiyara imrendi ve güldü.

Ne güzel ihtiyar, dedi yeniden.

Kızım kocan nerde, dedi ihtiyar.

Avda.

Üzerinde üç beş çalıdan başka nesne olmayan siyah taşlı dağlar, seyrek ağaçların arasına saklanmış, kuş uçmaz ve kervan geçmez yerler. Bu ıssızda ne yaparlardı? İhtiyarın sözleri bu doğrultuda oldu.

Ne yersiniz?

Et.

Ne içersiniz?

Su.

Allah eti ve suyu mübarek etsin.

O çağda Mekke toprağında henüz tahıl yoktu. Olsaydı ve gelin “bir de ekmek yeriz,” deseydi, yaşlı elçi ekmek için de dua ederdi.

Kocana selam söyle kapısının eşiğine sahip olsun.

İnip dinlenmez misin?

Hayır, diyor, peygamber. İçinde Sara’nın sözleri gizli. “İsmail’in evinde gecelememek şartıyla…” kopardığı izin.. . Sözüne sadık kalmalı Peygamber. Amcasının kızı ve ilk inananlardan karısı. Onun darılması, gücenmesi yaşlı elçiyi yaralardı. Hem evlenirken verdiği söz de bu doğrultudaydı.

“Ömür boyu başkasıyla evlenmemek şartıyla.”

“Ömür boyu başkasıyla evlenmeyeceğim.”

“Ben istemedikçe,” dedi Sara.

“Evet sen istemedikçe.”

Ve akşam oluyor.


Kokusunu alıyorum, diyor avdan dönen genç elçi.

Ra’le, mutlu.

Demek eşikten söz etti.

Öyle? diyor Cürhüm’lü gelin.

O benim babamdı. Seni sahiplenmemi istemiş.

Ra’le mutlu.

Ne mutlu Rale’ye.

Demek babandı.

Evet, onun için ne yaptın?

Saçını yıkamayı teklif ettim, diyor gelin, atından inmeden ayağını Haram’a dayadı, sağa döndü, ben de sağını yıkadım. Sonra sola döndü, ben, sol tarafını yıkadım.

Genç kadın neşeli. İşte kanıtı diyor ve taşa çıkan ayak izlerini gösteriyor.

-----


“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.”deyip başını kaldırdı.

Ayşe’nin derin tefekkürü bitmişti.


-----

İkinci gün yine aynı saatte, aynı yerde oturan Ayşe, saatlerden beri okuduğu mushafı yerine bırakıyor. Dizlerinin uyuştuğunu hissediyor ve ayaklarını ileri doğru uzatarak gözleri yukarılarda, Allah'ın evini seyrediyor.

Uzatılan zemzemi içmesi sonrası tavrı onun kandığını gösteriyor. Endonezyalı kadın boş bardağı genç kızdan alıyor. Elleri ne de sıcak diye düşünüyor.

Ayşe ayakta ve kucaklaşıyorlar.

Bu ikinci kucaklaşma, uzun sürüyor.

-----

Gelen nişanlısı Ali idi.

Davranışlarını anlar gibi değilim diyecekti ki Ali, Meri Ali’ye başını çevirmeden konuştu. “Dinle Ali,dedi, seni aramadım, ya da senden kaçar gibi göründüğüm doğru değil. Bu kutsal mekanda bunlara gerek yok.”

Ali’nin içi rahatlamıştı.

Nikahlısıydı. En azından günde bir selamlayabilirdi mahremini.

“Gerek yok, dememem seni hafife almam anlamı taşımıyor elbet. Birinin gerekliliğini duyumsamak anlamı benden uzaklarda.”

Bunları söylerken ablasının bir anlık yokluğu ona dayanılmaz geliyordu.

“Bilmiyorum ömrümde bir daha bu yerleri görebilir miyim. İşte göremem faraziyesiyle

insanlardan kaçmak, dilini dişini bilmediğim insanlar arasına dalarak günümü Ma’budumun hayaliyle geçirmek istiyorum.”


-----

Öyle de yaptı.

Bu düşündüğü gibiydi.

Ablası;

Ayşe’yi oteline davet etti.

Endonezyalı kadınlar genç kızın çevresini sarmıştı. Merak ediyorlardı, çünkü günlerce konuşulan oydu. “Bir gün size birini getireceğim ki, tam hacılık vasıflarına vakıf” derdi hergün. Diğer odalardan da geldiler. Ayşe’nin dokunmadık yerini bırakmadılar. Bunun 3 nedeni vardı:

• Hacılık bana da bulaşsın düşüncesinde olanlar,

• genç kızın kutsal biri olduğunu düşünenler

• ve kendi uluslarının insanlarından apayrı bir yaratılışta olduğunu düşüncesini taşıyanlar.

İşte hacılık vasıfları taşıyan biri ayaklarına gelmişti.

Biri saçlarını öperken, biri küpesini çekiştirdi.

Genç kız acı hissetti ki, “küpeye hiç te gerek yokmuş”

diye düşündü. Biri burnu neden bizlerin burnu gibi değil, neden gözleri çekik değil düşüncesiyle suratında el değmedik ve öpmedik yerini bırakmadı.

Bir birlerine Meri diye hitap etmeleri genç kızı şaşırttı.

Sanki burada herkesin ortak bir adı vardı:Meri.

Gözlerini iri iri açtı, etrafına şaşkınca bakındı. Ayşe’de, Afallama emarelerini gören yaşlı bir kadın gülerek Ayşe’ye doğru yürüdü, yüzünü avuçlarına aldı ve Meri dedi.

Bunun üzerine hep bir ağızdan Meri diye haykırdılar.

O günden sonra adı Meri oldu. Meri geldi, Meri gitti.

-----

Meri dedimse öyle basit yaratıklardan olduğunu düşünenleri şeytan çarpsın.

-----

Bir yatsı namazı sonrası.

Vakit epey geçmişti.

Bıraktığı yerde ablasını abdest alıyor buldu.

Zemzemle abdest almak elbet hoş.

Sen ne mırıldandın, dedi ablası Meri’ye.

“Zemzemle abdest herkese nasip olmaz, dedim” dedi Meri.

Bu gün de bu kadar değildi elbet.

İbadetleri burada tamamlamak gerek diye düşündü.

Gecenin kalan vaktini de başka çeşit değerlendirelim, düşüncesi ile Mabette ayak basmadık yer bırakmadılar.Ya da kendi düşünceleri bu doğrultudaydı.

Ablasının yorgunluğunu hissetti.

Safa tepesine oturdular.

Aslında Meri’nin arayıp ta bulamadığı yerlerdendi burası.

Önce boynuna sarıldı ablasının. Küçük ve basık burnunu okşadı.

Ablası da onun simasında öpmedik yerini bırakmadı.

Taşlar üzerine oturdular.

Başı kendiliğinden düştü Meri’nin.

Ablası dizine aldı.

Beliklerini çözdü ve yeniden, ülkesinin örfüne göre ördü.

Böylesi daha güzel.

Ablası uyuyan Meri’ye bir annenin dizinde uyuttuğu kızına yaptığı muameleyi yaptı.

-----

Ablam benden uzaklaştı diye düşündü Meri.

Hayır, ablasının Meri’den kaçmak gibi bir düşüncesi yoktu. O, yazgısının emirlerine boyun eğiyor, adımları öleceği yere doğru çekiyordu.

Ablası iki Türk hemşirenin arasındaydı.

Ablam beni ekti, diye düşündüğüne pişman oldu.

“Kainatı ayakta tutan Rabbimden bağışlanma,” dilerim.

Hemşireler, ülkelerindeki çocuklarına oyuncak bakınmak için mağazaya girdiler. Hemşirelerden biri, Meri’nin ablasına elindeki oyuncağı alayım mı diye gösteriyor.

Çok güzel bir oyuncak, diyor Meri’nin ablası.

Meri’nin ablası da ülkesindeki oğlunu düşündü.

Ben de almalıyım dedi sonra.

Tam bu sırada gürültü.

Otel çöküyor, diye sesler geliyor.

Kaçışmalar sonra. Ama ne hemşireler, ne de abla kaçabildi.

Ömürleri buraya kadarmış.

Meri, toprak ve duman yığının içinde kalan ablasını böyle düşündü: Olacağı bu idi.

Sekiz katlı otelde, sıkıştırılmış insanlar.

Otel, taşıyabileceğinden kat kat fazlası barındırıyordu.

Meri ablasını imrenilecek yolculuğuna uğurlarken gözleri yaşlı idi.

Ve:

“Ey Rabbimin misafiri, rahat ol ve mezarlığın Cenntül Mualla olsun. Sana ne mutlu!”

dedi.

-----

Arafat’ta, 111 nolu mektep yazan çadırlara yerleştirdi görevli.

İleride erkekler, geride kadınlar.

Bir ara Arafat tepesine çıkmayı düşündü.

Rahmet Tepesi.

Ama bu düşüncesine katılan olmadığından uygulama orada bitti.

Belki de bu tepede gördü babamız annemizi, diye düşündü sonra.

-----

Arafat'ın gezmedik, ayak bastırmadık yerini bırakmadılar ona.

Meri, maneviyatta Arafat'ı ezberledi.

Uzunca süren dualar var artık Meri’nin dudaklarında.

Cem’i takdim sonrası Arafat Vakfesi onu düşürüyor, bayıltıyor. Bir hurma kütüğünün düşüşü gibiydi genç kızın düşüşü.

Gerilerden sesler geliyor. Sesler birilerinin düştüğünü beyan eder mahiyette.

“Düştü” diyor bir hanım.

Ama kimse de vakfeyi bırakacak değil.

Vakfe bırakılır mı?

En kutsal an.

Kutsallık deneniyor.

Düşen Meri, diyor başka biri.

Vakfenin bitiminde Meri’ye sarılıyorlar. Kucaklayıp kaldırıyor genç kadınlar. İşte hacılığı açıkça kabul olan kollarımızda. Öpmeliyiz onu.

-----

Meri, Arafat’tan Müjdelife’ye yürümeliydi. Uzun sürecek yolculuk. Meşakkatli olması onun umurunda değildi.

Duasını yolculuğuna başlamadan yapmalıydı:

“ Misafirinim, bana bu uzun gece yolculuğunu kolaylaştır ve hacılığımı mübarek kıl!”

Ve yürüdü. 9 oto yolun Arafat’ı Müjdelife’ye bağladığını biliyordu. Bunun için yollar sakin olsa gerekti.

Hayır, ilerledikçe binler katlanıyor, sağlı sollu on binler, yüz binler, milyonlar… Yol zaman zaman tıkanıyor, dakikalarca bekleniyordu.

Bir an önce Müjdelife’ye varmak duygusu ile ilerledi. Bu iki dağ arasında gece yolculuğu yapmakta yalnız olmadığını düşündü. Yol boyunca Hz. Adem ile Havva anneyi hayelledi. Kendini öylesine unuttu ki Ali ile yan yana yürüdüklerini Havva annesinin adımlarına bastığını farzetti. “Sevgili babam ve annem, dedi sonra, nasıl yolculuk yaptınız o çağlarda buralarda? Dağların kurdu ve kuşu ve ıssızlığı…” diyecek oldu, sonra korunduklarını düşününce vazgeçti, bu sözün şeytandan olduğunu bildi ve af dileme maksadıyla yine ağladı. Geçenler guruplar değil, sıklaştırılmış kafilelerdi. Çeşitli ulusların kafileleri filamalarıyla geçiyordu. Ablasının ulusunu aradı. İşte geliyorlardı. Ne de uzun kafile, diye geçirdi. Aralarında ablasını aradı. Derken kendine geldi. Adımları ilerledikçe gerçeği anladı. Ayaklarını yıkayan ablası yoktu artık. Dizinde uyuduğu ablası yoktu. Saçını yıkayıp taradığı, tırnağını kesip, kendini ihrama hazırladığı ablası yoktu artık.

-----

111. mektep yazısı onu durdurdu. Müjdelife’ye geldiğini bildi. Kapıdan içeri girdi. Dilini bildiği ulusunun insanları arasındaydı artık. Arkadaşlarını bulmak zor olmadı ama görünmemek düşüncesi ile gerilere giderek gecenin ikinci yarısında akşam ile yatsının cem'i tehirine, arkasından da uzun sürecek vakfeye katıldı.

Vakfe onu yine düşürdü ama bayıltamadı.

Oturdu ve :

Sevdiği duaları peş peşe tekrarladı. “Kendisinden başka ilah olmayan Rabb’ımın şanı yücedir.”

“Sabah namazına 2 saat var, yatarak dinlenelim.” Dedi görevli. O, bir taşa yaslanarak tefekkürü tercih etti.

Mızkandı.

Meri kendine gel.

Uzaklardan gelen bir sesti bu.

Sese cevabı:

Kendimdeyim, oldu..

İşte buradayım.

Verdiğim sözü tuttum.

Emrindeyim.

Ses anlaşılmaz kelimeler kullansa da, Meri, “Kendimdeyim, buradayım, verdiğim sözü tuttum, emrindeyim..” kelimelerini tekrarladı durdu.

Uzun bir gün. Bin yıl sürecek bir gün. Sıcak.

Meri’ye bir bardak su veriliyor ve Meri yıllarca susamıyor. Dünyada zemzemimize gittin, içtin deniliyor.

İç bu suyu.

Arafta.

Bir tarafta alabildiğine düzlükte kurulmuş çadırlar, yeşil ağaçlarda kuşlar. Solda kaynayan denizler, köpüren alevler, lav püsküren dağlar, homurdanan zebaniler.

Dünyada Arafat'ıma geldin, evime dahil oldun.

İşte cennetim.

Sen gözdelerdensin deniliyor ona.

-----

Cebrail’in İbrahim Peygambere taşla fısıltısını algıladıktan sonra gerilerden gelen itişme dalgası onu yere attı. Çokları daha yanında yatıyordu. İri yarı bir siyah kadın kızı omuzladı. Diğer bir siyah kadın, önceki siyah kadına Fatma diye haykırdı, Fatma kadının kollarındakini kucakladı ve yıkılanlardan uzaklaştırdı.

Farklı dillerin oluşturduğu bağrışmalar, yakarışmalar birbirine karıştı. Kimse bir şey anlamıyordu.

İtişme dalgası durdu.

“Lanet olsun sana şeytan…” dedi biri.

“Lanet olsun sana, yıllardan beri canımızı alırsın.” Seslerinden, ölenleri çokluğu anlaşılabilirdi.

Dakikalar sonra yetişen ambulanslar.

Ambulanslar içeri girmede, ölülere ve yaralılara yetişmede zorluk çektiler.

Fatma adındaki siyah kadın Meri’yi ambulansa taşıdı.

Meri’nin , yüzünde ezilmeler vardı. Sonra, ayağında burkulma ve tüm bedeninde sızlama olduğunu duydu.

Şeytan, say, veda tavafı ve ziyaret.

Vaktinde yapamadığı 3 vecibeye, 1 farza hayıflandı.

Hastane sonrasına, (şeytan kaçmıştı çünkü.) 2 vecibeyi ve farzı yerine getirdi.(Sundu)

-----

* O sene, benim de hacca gittiğim sene

çöken otel ve yaşanan izdiham etrafında

Filipinli bir genç kızla, abla dediği

Endonezyalı kadının öyküsü.





------------------------------------------------------------------------

Hiç yorum yok: